Uğur Vardan

Uğur Vardan

[email protected]

‘Küllerin içinden canım’

20 Aralık 2025
Tüm zamanların en çok hasılat getiren filmi ‘Avatar’ın yeni serisindeki son halka olan ‘Ateş ve Kül’de Pandora gezegeninden Na’vi kabilesinin üyesi Sully ailesi, bir kez daha sömürgeci Dünyalılara karşı savaş vermeyi sürdürüyor. Ünlü yönetmen James Cameron’ın imzasını taşıyan yapım, gökyüzünün yanı sıra suüstü ve sualtında geçen aksiyon dolu sahneleriyle yine heyecan verici bir görsellik sunuyor.

Amerika kıtasının kaderine bakıldığında kronolojik açıdan önce güneydeki İnka, Maya ve Aztek uygarlıklarının, sonra da kuzeydeki Kızılderili topluluklarının Avrupa kökenli beyazlar tarafından sömürgeleştirildiği, yok edilme noktasına getirildiği ve zaman içinde azınlıklara dönüştürüldüğü görülür. Bir rüya fabrikası konumundaki Hollywood da tarihe çok uzun bir süre ‘medeni beyazlar’ın (!) gözüyle baktıktan ve özellikle western türünde sürekli yanlı yapımlar ürettikten sonra bir tür özür ve iadei itibar dönemine girmiş ve dengeyi sağlamaya çalışmıştır.

Bu genel çizgilerin dışına taşan elbette çok yapıt vardır ki Kevin Costner’ın ‘Kurtlarla Dans’ı (Dances with Wolves), Terrence Malick’in bizde ‘Yeni Dünya: Amerika’nın Keşfi’ ismiyle gösterime giren ‘The New World’ü ya da bir Kızılderili efsanesinden uyarlanan ‘Pocahontas’ adlı animasyon bu türün örnekleri arasındadır. Bu üç çalışmada da ön planda yerli kadınlarla beyaz erkeklerin aşkını, arka planda zulme uğrayan halkların öykülerini izleriz.

20’nci yüzyıl itibariyle sinema tarihinin gişede en çok izlenen filmi ‘Titanic’e (1997 yapımı, hasılatı 2.264.812.968 dolar) imza atan James Cameron, daha sonra bir suskunluk dönemine girmiş ve 2009’da ‘3D’ şaheseri olarak kabul edilen ‘Avatar’ı çekmişti. Söz konusu yapım görsel açıdan seyircisini bambaşka dünyalara götürse de hikâyesi girişte sıraladığım yapımların yeni bir versiyonuydu. Şöyle ki kendi kaynaklarını tüketen insanlık, uzun boylu, farklı fiziksel görüntülere sahip, masmavi Na’vi kabilesinin yaşadığı, mineral açısından son derece zengin Pandora adlı gezegene (ya da uyduya) göz dikiyor ve burayı kolonileştirmek için askeri güçlerini kullanıyordu. Sömürgeciler safındaki; Pandora’ya ‘Avatar’ denen replikalarla giden ekipten onbaşı Jake Sully süreç içinde Na’vi halkından Neytiri adlı kadına âşık oluyor, saf değiştiriyor, ‘insanlığından vazgeçiyor’ ve geriye dönmüyordu. Bu durum da komutanı Albay Miles Quaritch’i kızdırıyordu.

Cameron tüm zamanların en çok izlenen yapımı ‘Avatar’ (hasılatı 2.923.710.708 dolar) sonrası da yeni bir durgunluk dönemine girdi ve nihayetinde 2022’de ‘Avatar: Suyun Yolu’yla (Avatar: The Way of Water) kendini hatırlattı. Film, Pandora’nın cenneti andıran ekosistemi içinde yaşayan Neytiri ve Jake çiftinin ‘Gökyüzü İnsanları’ dedikleri dünyalılar tarafından huzurlarının bozulmasını anlatıyordu. İkili ve ailesi, Albay Quaritch’in ‘avatar’ının saldırılarından korunmak için resiflerde yaşayan Metkayina klanına sığınıyordu. Ama çok geçmeden bu hamlenin, savaşın bölgeye taşınması anlamına geldiği görülüyor, suüstünde ve sualtında ortalık cehenneme dönüyordu. Yeni bir serinin ilk adımı niteliğindeki ‘Avatar: Suyun Yolu’ da seyirciden büyük bir ilgi gördü ve sinema tarihinin en çok izlenen üçüncü filmi (hasılatı 2.343.477.301 dolar) unvanıyla buluştu.

Ve şimdi sahne sırası yeni serinin ikinci, ‘Avatar’larınsa üçüncü adımı olan ‘Ateş ve Kül’de (Fire and Ash). Tıpkı bir önceki hamlede olduğu gibi James Cameron’la birlikte Rick Jaffa ve Amanda Silver’ın kaleme aldığı senaryodan çekilen yapım, bir devam filmi niteliğinde.

Aile kaybettikleri büyük oğulları Neteyam’ın yasını tutmaktadır. Diğer oğulları Lo’ak abisi ölürken kendisinin hayatta kalmasının suçluluğuyla hesaplaşmaya çalışır, evlat edinilen genç Kiri de Tanrıça Eywa’ya ulaşmanın yollarını arar. Küçük kızları Tuk ve aralarına kattıkları ‘insan evladı’ Spider’la birlikte Sully’ler geniş bir gruptur artık. Lakin Quaritch, biyolojik babası olduğu Spider’ın peşindedir ve bu durumda Jake, gezginci ‘rüzgâr tüccarları’yla birlikte Metkayina klanından uzaklaşarak tehlikenin merkezini de değiştirmeye çalışır. Lakin yolculuğun hemen başında Kızıl Kraliçe Varang’ın öncülük ettiği, gezegenin vahşi topluluğu Mangkwan klanının saldırısına uğrarlar ve hesaplar bozulur. Süreç içinde Kiri doğaüstü güçlerden yardım alarak maskesiz solunum yapamayan Spider’a bir çözüm bulur ama bu yeni bir sorunu doğurur. Spider’ın dönüşümüyle birlikte sömürgeciler “Biz de solunum yaparız ve burayı insanlarla doldururuz” fikrine sarılırlar. Ortaya çıkan yeni tabloda Jake ve Neytiri, Spider’ı Pandora’nın geleceği için yok etmelerinin doğru olduğuna karar verirken çocuklar anne ve babalarını bu düşünceden uzaklaştırmaya çabalarlar...

Ayakta kalmaya çalışan aile

‘Avatar: Suyun Yolu’na ilişkin eleştiri yazımda girişteki tarihsel sürecin altını çizdikten sonra yargımı şöyle vermiştim: “Cameron ve senaristleri, onca albenili görüntü ve farklı canlıların tasarımı (adeta at ya da motosiklet görevi üstlenen yılanbalığı şeklindeki yaratıklar, balinaları andıran devasa su canlıları vs.) eşliğinde çok klişe bir ‘aileye yerimiz vardır’ (!) hikâyesi anlatmış...”

Yazının Devamını Oku

Derin bir acının izlerinde...

13 Aralık 2025
‘Üzgünüm, Bebeğim’ birkaç yıl önce tez danışmanı tarafından cinsel saldırıya uğrayan ve bu travmanın yüküyle yaşamaya çalışan genç akademisyen Agnes’ın hikâyesini anlatıyor. Eva Victor’un yazıp yönettiği ve aynı zamanda ana karakterine de hayat verdiği film, yılın en etkileyici yapıtlarından biri.

New England’da üniversite okumuş ve sonradan yolları ayrılmış iki arkadaş. Yıllar sonra eski mekânlarında buluşuyorlar. Agnes kasabada kalmış, edebiyat bölümünde akademisyen olarak hayatına devam ediyordur. Lydie, New York’a taşınmıştır. Eski günlerin özlemiyle hareket ederler, anılarını anlatırlar, seks üzerine konuşurlar, göl kenarına uzanıp gökyüzünü seyrederler vs. Nihayetinde Lydie, arkadaşına müjdesini verir; hamiledir. Lakin bu güzel zamanların geçmişinde çok çok kötü bir anı da vardır. Üniversitede birlikte ders aldığı diğer arkadaşlarıyla buluşup yemek yerler; ev sahibi konumundaki Natasha tez hocaları Decker’dan söz eder. Lydie bu ismin Agnes’ta yaratacağı etkinin farkındadır ve metaforik bir cümleyle Natasha’ya seslenir: “Balığımda kılçık var, böyle servis etmemeliydin.”

Bir yıkımın küllerinden...

Zaman dört yıl kadar öncesine atlar ve biz de meselenin aslına vâkıf oluruz. Öğrenciler tezlerini tamamlayıp teslim ederler. Agnes danışmanları Preston Decker’ın gözdesi konumundadır. Hocası onun çalışmasını beğenir, arkadaşlarının önünde över ve gece bir mesajla yargısını belirtir: “Olağanüstü bir iş çıkarmışsın.” Bu mesajla birlikte ev arkadaşı Lydie danışmanlarının ona cinsel yönden de ilgi duyduğuna dair espriler yapar. Ertesinde Agnes tezini konuşmak için Decker’ın odasına gittiğinde hocası öğrencisini yine övgülere boğar, sonrasında savcı olan eski eşinin işi çıktığından çocuğuna bakmak zorunda olduğunu söyler. Ayrılırken sahaftan aldığı Virginia Woolf’un  ‘Deniz Feneri’nin (To The Lighthouse) ilk baskısını okuması için ona verir. Tüm bu komplimanların nedeni kısa zamanda ortaya çıkar. Decker bir sonraki buluşma için öğrencisini evine çağırır, Agnes gider ve oradan gece vakti çıkar, arabasına biner, şoke olmuş bir şekilde kendi mekânına döner. Yaşadıklarını banyodayken Lydie’ye anlatır: Cinsel saldırıya uğramıştır. Önce film seyretmişler, akabinde öpüşmeye başlamışlar ama Agnes bu işten hoşlanmadığını defalarca belirtse ve tepkisini ortaya koysa bile Decker eylemine devam etmiş, tecavüzünü gerçekleştirmiştir.

Sonrası tabii ki büyük bir travmadır, hoca ertesi gün tayinini istemiş, ortadan kaybolmuş ve geride dengesini bulmakta zorlanan bir mağdur bırakmıştır. Artık hayatı boyunca kapanamayacak derin bir yaraya sahip olan Agnes için acılı bir süreç başlamıştır.

Eva Victor’un yazıp yönettiği ve ana karakteri Agnes’a hayat verdiği ‘Üzgünüm, Bebeğim’ (Sorry, Baby) büyük bir yıkımın külleri üzerinde yeni bir hayat inşa etmeye, daha doğrusu yaşamını sürdürmeye çabalayan ama eski acısı zaman zaman hayli yıpratıcı bir şekilde sızlayan genç bir kadının hikâyesini anlatıyor. Victor filmini dört ana başlık (‘Bebekli Yıl’, ‘Kötü Şeyin Olduğu Yıl’, ‘Sorularla Geçen Yıl’ ve ‘Güzel Sandviçli Yıl’) etrafında toplamış. Bu akış içinde öykü şimdiki zamandan start alıyor, geçmişe uzanıyor, sonra kronolojik bir biçimde kapanıyor. Eva Victor sakin bir anlatım eşliğinde bazen hüzünlü bazen de komik anlarla yüklediği filminde bir kadının sarsıcı travmasını dürüst bir yaklaşımla perdeye taşıyor. Yazının bu aşamasına kadar gelenler “Peki, bu işin hukuki, adli boyutu yok mu? Agnes resmi makamlara derdini anlatmıyor mu” diyebilirler. Merak etmeyin, filmde bu soruların cevabı var; Agnes cinsel saldırıya uğradığı gerekçesiyle doktora da gidiyor, üniversitenin karar alması için hamle de yapıyor. Ama senaryo bütün bu aşamaların son derece zeki, mantıklı ve hayatın olağan akışı içinde nasıl bir tür yutulduğunu, söz konusu kurumların temsilcileri tarafından rutin işlemlere dönüştürüldüğünü de gösteriyor. Agnes, Lydie’yle birlikte hastaneye gittiğinde erkek doktorun hassas meseleler hakkındaki tuhaf sorularıyla karşı karşıya kalıyor. Üniversite cephesindeyse iki görevli öyle bir tonda “Neler yaşandığını anlıyoruz, biz de kadınız” diyorlar ki, meseleyi savsakladıklarını fazlaca belli ediyorlar. Keza fail Preston Decker’ın bir gün önce tayinini istediğini ekleyerek “Zaten olay artık bizim üniversitemiz sınırları dışına çıktı” notunu düşüyorlar. Agnes’ın olayın kendi üzerindeki tahribatıyla derinden karşı karşıya geldiği bir başka önemli sahne de ‘Sorularla Geçen Yıl’ bölümünde jüri üyeliği için başvurduğu seçmede savcı ve hâkimle girdiği diyaloglarda (genç kadının suça, failine bakışı vs.) kendini gösteriyor.

Ve böylesi depresyon dönemlerinde ‘özel bir dost’, farklı bir sığınak kabilinden ortaya çıkan yavru kedi... Agnes markete giderken sokakta miyavlamasını duyduğu yavru kediyi sahipleniyor (bu arada kasada içeriye gizlice kedi soktuğunu saklama sahneleri çok iyiydi). Finale doğru kendisini öğrencilik günlerinden beri gereksiz bir rekabetin içine çekmeye çalışan Natasha’yla eskiyi konuştuktan sonra panik atağa kapılan Agnes’ın arabasıyla sığındığı köşede karşısına çıkan sandviç dükkânı sahibiyle sohbet ettiği kısım da çok etkileyiciydi. Burada bilge bir görüntüye sahip sandviççiye “Ne zaman yaşadığım bu kötü olayı hatırlasam aklıma bazı anlar geliyor. Bazen de hiç düşünmüyorum ama o zaman da suçluluk duyuyorum” açıklamasını yapıyor. Karşısındakinin “Evde nasılsın” sorusuna da bence çok çarpıcı bir yanıt veriyor: “Kedim var...”

Altın Küre adayı oyunculuk

Yazının Devamını Oku

Kuzucuklarını filmine bekliyor

6 Aralık 2025
‘Adile Naşit’ filmi Yeşilçam’ın büyülü dünyası içinden süzülen, star sisteminin klişelerini kıran, ‘Hababam Sınıfı’nın Hafize Ana’sı, ‘Uykudan Önce’nin Adile Teyze’si unvanlarının sahibinin, aynı zamanda evladını kaybetmiş bir annenin dramını anlatıyor. Çağan Irmak imzalı yapımda Adile Naşit’i Meltem Kaptan canlandırıyor.

Tuluat ustası Naşit Bey (Özcan) ve eşi Amelya Hanım’ın iki çocuğu Selim ve Adile için tiyatro fuayesi adeta oyun alanıydı. İkili sahne tozu yutarak büyümüş ve geleceğin sanatçı namzeti olarak hayat yarışına hazırlanmıştı. Babanın erken ölümü ve kimi ekonomik zorluklar yollarını uzatsa da bir şekilde hedefe vardılar. Özellikle Adile sahnede göz kamaştırıcıydı ve dikkat çekici performansını sonraları sinemaya da taşımak istedi. Lakin başvurduğu ilk kapıda fiziği nedeniyle engellerle karşılaştı; “Sinema yakından bakar, sinema her şeyi görür” diyerek bu yoldan dönmesi tavsiye edildi. Keza dönemin yıldızı Şevkiye May da benzer yaklaşımdaydı: “Bu kamera başka türlü bir mahluk. Hevesine yazık, buralarda yorma kendini. Kamera kaprislidir, öyle herkesi sevmez. Çarpık bacağa, eğri büğrüye müsamahası yoktur. Kabiliyet tek başına yetmez.”

Adile “Bıktım bu olamazsın dünyasından” diyerek bir yandan isyan etti ama öte yandan sanatını icrayı da sürdürdü. Arada aynı meslekten Ziya Keskiner’le hayatını birleştirdi, Ahmet adında bir oğlu oldu. Derken şöhreti sinema camiasına kadar ulaştı, bu kez onlar buyur etti onu beyazperde cephesine. Arzu Film çatısı altında ‘Ertem Eğilmez ekolü’ne dahil oldu, onca film, onca unutulmaz sahne derken oğlu Ahmet’in doğumundan beri peşini bırakmayan kalp rahatsızlığı nihayetinde onu elinden aldı. Bir yanda acısı, bir yanda sinemanın verdiği coşku; bu çizgi üzerinde ilerleyen öyküsü boyunca ülkenin birkaç kuşağının zihinlerinde yer etti, TRT kanalındaki ‘Uykudan Önce’ programı vasıtasıyla bütün çocukların sevgisini kazandı.

Çağan Irmak sinema serüveninde ilk kez kendisinin kaleme almadığı (Nermin Yıldırım imzalı) bir senaryoyla işte bu ölümsüz sanatçının öyküsünü perdeye taşıyor. Girişte özetlediğim hayat serüveninin çizgilerinde dolaşan ve ‘Adile Naşit’ ismini taşıyan bu proje aynı zamanda Yeşilçam’ın tarihinden de kimi kesitler sunuyor. Çağan Irmak, naçizane bence, modern zamanlarda kendini ifade etmekte zorlanan geçmiş sinema mirasımızı bugüne taşıma konusundaki en mahir yönetmenimiz. Bazen komediye göz kırpsa da genel çizgileri itibariyle melodramın temsilcisidir kendileri. Bu çerçeve içinde geniş seyirci kitlesiyle eleştirmenleri aynı beğeni düzleminde buluşturan nadir yaratıcılardan da biridir. Dolayısıyla Yeşilçam’ın en kendine has kişiliklerinden birinin hikâyesini aktarmak bakımından en doğru adreslerden de biri olduğu aşikârdı. ‘Adile Naşit’ bu açıdan bile kayda değer bir çaba.

Film iki ana arterde yürümeye karar vermiş: Bir; evlat acısını her daim yüreğinde taşıyan bir anne ve fakat ölümünde yanında ol(a)mayıp sahnede sanatını icra etmeye çalışmanın vicdani yüküyle hayatını sürdürmeye çalışan bir profil. İki; klasik yakışıklı erkek-güzel kadın denkleminde formüle edilmiş bir starlık sistemine kendince başkaldıran ve hedefine ulaşan bir sinema emekçisi. Bu iki güçlü damar üzerinde yükselen öykü ağırlıklı olarak ‘ana yüreği’ne daha fazla göz kırpıyor.

Öte yandan Adile Naşit’in sinema serüveni Arzu Film yapımlarıyla filizlenip gürleştiği için bir yanıyla fonda Yeşilçam tarihinin bir bölümüne de tanıklık ediyoruz. ‘Beyoğlu Güzeli’, ‘Gülen Gözler’, ‘Süt Kardeşler’ gibi yapımların çekilme aşamaları, ‘İşte Hayat’la gelen Antalya Altın Portakal En İyi Kadın Oyuncu ödülü, başta Münir Özkul olmak üzere Tarık Akan, Ayşen Gruda, Müjde Ar gibi starların Naşit’in hayatındaki özel yerleri, ‘Hisseli Harikalar Kumpanyası’ adlı müzikal, elbette “Kuzucuklarım” diye başladığı bütün çocuklara seslenirken bir yandan da Ahmet’ine selam gönderdiği ‘Uykudan Önce’ programı vs. öykünün uğradığı öncelikli duraklar.

Bu arada Arzu Film sahnelerinde Tarık Akan’ın sürekli toplantılara geç kaldığını görüyoruz. Film Ertem Eğilmez’iyse ‘bedenen’ göstermemeyi yeğlemiş; bunun nedenini tam olarak bilmiyorum ama bu cephe sanki eksik kalmış. Keza ‘Hababam Sınıfı’nın Hafize Ana’sı olarak sadece girişte ziliyle arzı endam ediyor, burası da bana eksik parçalardan biri geldi.

Sinemamız son dönemde biyografik öykülere fazlasıyla rağbet gösteriyor. Genel bir çerçevede daha çok dramatik hayatlara sahip müzisyenlerin yaşamları perdeye taşındı. Yeşilçam gibi koca bir deryaysa bireysel serüvenlerden çok dönemsel ya da simgesel yapımlarla hatırlandı; ‘Arabesk’ (Yön: Ertem Eğilmez), ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ (Yön: Yavuz Turgul), ‘Hayallerim, Aşkım ve Sen’ (Yön: Atıf Yılmaz), ‘Kardeşim Benim’ (Yön: Nesli Çölgeçen), ‘Arif V 216’ (Yön: Kıvanç Baruönü) ve ‘Parçalı Yıllar’ (Yön: Hasan Tolga Pulat) bu kulvarda benim ilk elde aklıma gelenler. Keza Şahin Kaygun’un ‘Afife Jale’si ve Ziya Öztan’ın ‘Cahide’ adlı TRT dizisi sinema tarihimizdeki önemli figürlerin hayatlarını aktaran az sayıdaki örneklerdir. Bu bakımdan ‘Adile Naşit’ alanında, ileride öncü bir yapım olarak kabul edilecek gibi görünüyor. Filmde yan karakterler olarak karşımıza çıkan onca ismin her birinin ayrı ayrı öyküleri çekilmeyi bekliyor sanırım. Hatta yeni kuşakların belki Çağan Irmak’ın bu yapıtıyla ismini duydukları Şevkiye May da ‘Cahide Sonku trajedisi’ yüklü bir Yeşilçam starı...

‘Adile Naşit’te Alman sinemasından transfer edilerek başrolü teslim edilen Meltem Kaptan doğrusu filmin bütün yükünü üstlenmiş. Özellikle ‘Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı’ (Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush) filmiyle tanınan Kaptan, karakterini sade ve samimi bir kimlikle sunmayı ve inandırıcı kılmayı başarmış. Levent Can da Münir Özkul’da çok çok iyiydi.

Yazının Devamını Oku

Puslu manzaralar...

29 Kasım 2025
Ferhat-Handan çifti taşıyıcı anne Lia sayesinde bir kız evlat sahibi olur. Nihayetinde genç anneyi Gürcistan’a götürmek için çıkılan yolculuksa Ferhat’la Lia arasındaki iç hesaplaşmanın da ifadesine dönüşür. Özcan Alper imzalı, hüzünlü bir yol filmi olan ‘Erken Kış’ta iki ana karakteri Timuçin Esen ve Leyla Tanlar canlandırıyor.

Hali vakti yerinde Ferhat ve eşi Handan, çocuk özlemlerini gidermek için Gürcü-Ukrayna kökenli Lia’yla anlaşarak, taşıyıcı annelik yoluyla istediklerine ulaşırlar. Ne var ki Rusya’yla Ukrayna arasındaki savaş Lia’nın evine dönmesini geciktirmiş ve bu süreçte genç annenin, Ada adı verilen kızına bakış açısını değiştirmiştir. Bu işlem karşılığında alacağı parayla Avrupa’ya gidip yeni bir gelecek kurma planları yapan Lia, bu fikrinden vazgeçip ailenin yanında kalarak çocuğun büyümesine tanıklık etmek ister. Ne var ki Ferhat-Handan ikilisi anlaşmaya uyması konusunda ısrarcıdır. Ve Ferhat, Lia’yı Gürcistan’a götürüp annesinin yanına bırakmak için arabayla yola düşer. Bu yolculuk iki taraf için de ruhsal bir hesaplaşmanın ifadesine dönüşür...

2000’ler başı itibariyle sinemamızın taze soluklarından biri olan Özcan Alper, sağlam sinema kumaşıyla yüklü dünyasında  çoğunlukla sistemin gazabına uğramış bireylerin çıkış yolu arama çabaları doğrultusunda hüzünlü öykülerini anlattı çoğu kez. İlk çalışması ‘Sonbahar’ bence bir başyapıttı ve sonraki adımları için bizi her daim merakta  bırakan bir ‘auteur’ (yaratıcı) oldu. Sonraki serüveni içinde aynı çizgiye ulaşan yapıtlara imza atamasa da her daim ruhu olan, duygusu güçlü, dertleri hem tarihsel hem güncel çağrışımlarla örülü kayda değer yapımlarla seyirci karşısına çıktı, ülkenin sosyolojik sarmalı içinde siyasi ve toplumsal meseleleri perdeye taşıdı. Bir önceki hamlesi ‘Karanlık Gece’ örneğin, filme ilişkin eleştiri yazısında da belirttiğim gibi sanki bitmeyen bir ‘karakış’ı anlatıyordu. Bizi saran ve bir türlü içinden çıkamadığımız bir karanlığın tarifinde dolaşan film, yönetmenin kariyeri açısından bence ‘Sonbahar’ sonrası en güçlü çalışmasıydı ve son derece sert, gerçekçi bir bakış açısı vardı.

Girişte konusunu özetlediğim ve Türkiye prömiyerini Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapan yeni yapıtı ‘Erken Kış’sa lirik, hüzünlü, daha yumuşak tonlarda seyreden ve iki ana karakterinin iç dünyalarında gezinen bir öyküye sahip. Formatı itibariyle ‘yol filmi’ tanımını hak eden bu çalışma yaş, ülke ve kültür farklılıklarına rağmen süreçte birbirlerine yakınlık duyan Ferhat ve Lia’nın Gürcistan’a doğru çıktıkları seferde aslında kendilerine yönelik bir yolculuğu da gerçekleştirmeleri üzerine bir temayı barındırıyor.

Hikâye otoyollar boyu gelişirken Karadeniz’in kendine özgü havası, doğası, hafiften bastıran soğuğun, yağmurun ve en önemlisi sisin yarattığı peyzajlar filmin görsel arka planına damga vuruyor. Ferhat’ın amacı bellidir; Ada’nın biyolojik annesini memleketine götürmek. Lia’ysa geride bıraktığı bebeğinin sıcaklığını, ona duyduğu şefkati unutamıyor, annelik duygusu ağır basıyor. Yol boyunca bir yandan eşi Handan’ın aramalarıyla artan gerilim, öte yandan işyerinin sorunlarını telefon üzerinden halletme çabası derken Ferhat hem fazladan bir yorgunlukta boğuluyor hem de kendini bir şekilde kaptırdığı Lia’ya olan ilgisine ket vurmaya çalışıyor.

Özcan Alper’in senaryosunu Uğur Aydedim’le birlikte kaleme aldığı çalışmada kimi diyaloglar yer yer yüreklere sesleniyor, yer yer ‘kıssadan hisse’ kabilinden zihinlerdeki yerini buluyor. Örneğin Lia’nın “Benim Ada’dan başka hayatım yok” cümlesi bunlardan biriydi. Keza bence filmin en metaforik ifadesi de yine, 50 yaşına 10 gün kalmış Ferhat’a şöyle seslenen Lia’dan geliyordu: “Esas hapsolan sensin aslında, sevgi yok, hep stres. 10 yıl yaşar sonra sevgisizlikten ölürsün.” Ferhat’ın bu cepheye katkısıysa  şu cümlede kıyıya vuruyordu: “İntihar etmek sadece fiziksel bir şey değil, insan başka türlü de intihar edebiliyor...” Muhabbet arasında ‘Monk by the Sea’ (Deniz Kenarındaki Keşiş) tablosu aracılığıyla Alman ressam Caspar David Friedrich’in

Yazının Devamını Oku

‘Değirmenlere karşı yitik bir savaşçı’

22 Kasım 2025
Gençliğinde parlak bir şair olarak dikkat çeken ama sonrasını getiremeyen, işsiz, alkolik, kızına babalık yapmakta zorlanan Óscar Restrepo... Kolombiyalı yönetmen Simón Mesa Soto imzalı ‘Bir Şair’ çarpıcı bir tutunamayan hikâyesi. Film bu yıl Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde Jüri Ödülü kazanmıştı.

B ir zamanlar yazdıklarıyla gelecek vaat eden, genç ve hırslı bir şair olarak hafızalara kazınan Óscar Restrepo kimi başarılara imza atmıştır. Ama artık gelecek çoktan kapıyı çalmış ve o başarısızlıklarla örülü hayatın içinde debelenip duran bir karaktere dönüşmüştür. Yıllardır kaleme aldıkları basılmamış, edebiyat çevresinin alay konusuna dönüşmüş, küstah bir orta yaşlı adamdır. Ailesi onu terk etmiş, üniversite yolundaki kızı annesiyle birlikte yaşamaya başlamış, Óscar da annesinin yanına sığınmış ve adeta utanç abidesi olmuş bir alkoliktir. Kendisine önerilen işleri de genelde “Ben şairim” kibriyle geri çeviren bu kayıp kişilik nihayetinde kız kardeşinin aracılığıyla bir lisede edebiyat öğretmenliği yapmayı kabul eder.

Okuldaki ilk gününde öğrenciler karşılarında sarhoş ve tuhaf bir hoca bulur. Bu yeni sayfada da ona yer yok gibi görünürken sınıfta şiirle ilgilenen Yurlady adlı 15 yaşındaki kız öğrencinin yazdıklarına göz atar ve onda büyük bir umut ışığı görür. Şair arkadaşı Efrain’i haberdar eder ve takıldıkları ‘Şiir Evi’nde bir okuma günü düzenlemeye karar verirler. Yurlady, Óscar için yeni bir keşif ve kendi gençliğinin yansımasıdır. Yaşlı şairler topluluğu da fakir bir aileden gelen bu genç yeteneği, kendilerine zaman zaman yardımcı olan Hollandalı kültür temsilcisiyle tanıştırarak ‘Şiir Evi’ne fon sağlama peşindedir. Derken etkinlik sonunda aldığı içkinin dozunu kaçıran
Yurlady ve sonradan başına gelenler, Óscar’ın zaten sorunlu olan prestijini bozacak, işler içinden daha da çıkılmaz hale gelecektir...

Cannes’da gösterilen ve ödüllendirilen iki kısa filminin yanı sıra 2021 tarihli ilk uzun metrajı ‘Amparo’yla tanınan Kolombiyalı yönetmen Simón Mesa Soto’nun ikinci adımı ‘Bir Şair’ (Un poeta) girişte özetlediğim konuya sahip. Film dünya prömiyerini bu yılki Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde yaptı ve Jüri Ödülü kazandı. Yönetmenin doğup büyüdüğü ve genel olarak derin bir yoksulluğun hüküm sürdüğü Medellin’de geçen yapımda sefil denecek bir hayat yaşayan, tutunma dalı olarak da şiiri seçen bir adamın hikâyesi anlatılıyor.Filmde yetenekli genç şair Yurlady karakterini Rebeca Andrade canlandırıyor.

Kız kardeşinin ifadesiyle ‘işsiz’ olarak yaşayan Óscar, sürekli alkole sığınır, kızından bile para isteyecek durumdadır ve sık sık öfke nöbeti geçirir. Ülkesinin Nobel’li yazarı Gabriel García Márquez’den nefret eder. Kutupyıldızı olarak seçtiği, 30 yaşındayken (1896’da) intihar eden şair José Asunción Silva’ya olan sevgisinin altını çizer. Keza intihar fikri onda da vardır...

Kimi eleştirmenlerin Don Kişot’a benzettiği Óscar aslında yönetmenin bir tür kendi tezahürü. Zira Soto bu filmi çekme motivasyonunun “Ya bir sanatçı olarak başarısız olursam” sorusuna samimi bir cevap bulmak olduğunu belirtmiş.

Çarpıcı bir başarısızlık abidesi gibi yükselen Óscar’ın Yurlady sayesinde hayatında yeni bir amaç vardır. Genç kız onun için hem edebiyat çevresine “Bakın, ben buldum” diyebileceği parlak bir cevher hem de arasının bozuk olduğu kızının yerine koyacağını yeni bir sevgi kapısıdır. Ancak Yurlady’nin derdi şair olmak değildir; o içinden gelen duyguları kâğıda dökmekte, sıkıldığı zamanları böyle ifade etmektedir. Hayatını döndüreceği bir düzenden ve geniş ailesiyle yaşamaktan başka gayesi yoktur. Onun üzerinden şöhret kazanmak isteyen Efrain’la edebiyat çevresi ve Yurlady’nin başı öğretmeniyle derde girdiğinde bunu paraya çevirecek ailesinin ikiyüzlülüğü filmin altını çizdiği satırlardan.

‘Bir Şair’de yönetmen ‘tutunamayanlık dozajı’ çok daha alt düzeylerde seyreden bir Bukowski portresi (filmin bir yerinde, duvarda yazarın posterini görüyoruz) inşa ederken kimi meseleleri sembolik göndermelerle hatırlatmış. Medellin’in kendine özgü mimarisi, derme çatma evlerin içine sıkıştırılmış hayatlar, burjuva sanat çevrelerinin sefalet üzerinden (Yurlady’den fakirlik, ten rengi gibi konularda şiirler yazmasını isterler) duygu sömürüsünün öne çıkarılması isteği, Hollandalı kültür temsilcisinin aslında diplerde biriken ‘sömürgeci beyaz’ tavrı ve oryantalist bakışı filmden sızan birkaç önemli saptama. Óscar’ın sarhoş olan Yurlady’yi eve bırakma sahneleriyse filmin zirve bölümleri olmuş.

Yazının Devamını Oku

Bu sevgi bağı kopmaz hiç

15 Kasım 2025
‘Yan Yana’ tüm dünyada seyirci rekorları kırarak Fransız sinema tarihinin en çok izlenen yapımlarından birine dönüşen ve başı hariç tüm vücudu felçli zengin bir adamla onun bakıcılığını üstlenen bir göçmenin dostluğunu anlatan ‘Can Dostum’un uyarlaması. Mert Baykal’ın yönettiği filme Feyyaz Yiğit ve Haluk Bilginer’in ışıl ışıl parlayan performansları damga vuruyor.

Boğaz’a bakan enfes bir malikâne, emrinde çalışan onca hizmetli ve sağlık görevlisi; dışarıdan bakıldığında görkemli görünen bu hayatın içinde, geçmişin hatıralarıyla yaşayan ve tüm vücudu felçli, sadece yüz bölgesi eski işlevlerine sahip, zenginliğinin içinde son derece yalnız bir adam... Boynundan aşağısı tutmayan Refik’in bakımı, gündelik rutini elbette çok zordur ve bu görev için işe alınanlar bir süre sonra hastasını ve şatafatlı mekânı terk edip gitmektedir. Ferruh’sa yer yer suç dünyasının çizgileri içinde hareket eden, emanet edildiği kadın tarafından büyütülen, çok sayıda üyenin olduğu bir ailenin parçası konumundaki bir ‘kaybeden’dir. Sürekli iş arar ama bir türlü uzun süreli dikişler tutturamaz. Tesadüfen gittiği bir görüşmede girişte tezgâhın üzerinde bulduğu ilanı çaktırmadan cebine atar ve çok geçmeden söz konusu yere başvurur. Başvurduğu iş Refik’in bakımıdır. Görüşmede bu engelli bireyin hayatında önemli görevler üstlenen Lale ve Figen de vardır

Ferruh, çok geçmeden bu işin kendisi için doğru seçenek olmadığına kanaat getirir, üstelik üslubu, nobranlığı, içinden geçeni hemen söyleyen yapısı odadaki iki kadın için olumsuz nottur. Lakin Refik nedense bu genç insanda özel bir yan bulur, sezgileriyle onun doğru adres olabileceğini düşünür ve onca başvuru içinde Ferruh’un işe alınması için direktif verir. Bu kararın ertesinde işbaşı yapan Ferruh için hayatının yeni sayfaları çok farklı bir sürecin ifadesine dönüşecek, iki ayrı yaş ve sınıf temsilcisi zaman içinde birbirlerine destek verecek ve sarsılmaz bir dostluğun kapısı aralanacaktır.

Gerçek bir hikâye

Cezayir kökenli bir göçmen olan Abdel Sellou, Fransız şampanya endüstrisinin önemli şirketlerinden Pommery’nin eski CEO’su ve aristokrat kökenli bir ailenin mensubu Philippe Pozzo di Borgo’ya 10 yıl boyunca bakıcılık yapmıştı. 1993’te yamaç paraşütü kazasının ardından ‘tetrapleji’ (hem kolları hem de bacakları etkileyen felç durumu) olan Philippe ve bakıcısı Abdel arasında, sonradan derin bir dostluğa dönüşecek olan ilişki, 2003 tarihli ‘À la vie, à la mort’ adlı bir belgesele konu oldu. Fransız yönetmenler Olivier Nakache ve Éric Toledano da bu çalışmadan esinlenerek 2011 yılında ‘The Intouchables’ adlı filmi çektiler. Söz konusu yapıt hem ülkesinde hem de tüm dünyada büyük ilgi gördü, hatta totalde 51,5 milyon seyirciyle tüm zamanların en çok izlenen Fransız yapımlarından biri oldu. Bizde de ilgi gören ve ‘Can Dostum’ Türkçe adıyla gösterime giren film, çok geçmeden çeşitli ülkelerce uyarlandı. 2016’da Hindistan’da ‘Oopiri’, Arjantin’de de ‘Inseparables’ adlı adaptasyonları çekildi, Hollywood da bu furyaya 2017’de ‘The Upside’la (Olacak İş Değil) dahil oldu.

Orijinalinde ana karakterler Philippe’i François Cluzet’nin, bakıcısı Driss’i ise Omar Sy’nin canlandırdığı bu çok tutmuş yapım şimdi de Türkçe uyarlamasıyla karşımızda. Senaryosuna Aziz Kedi, Feyyaz Yigit ve Mert Baykal üçlüsünün imza attığı, yönetmen koltuğuna Mert Baykal’ın oturduğu ve de girişte konusunu özetlediğim film her ne kadar ‘Soyut Dışavurumcu Bir Dostluğun Anatomisi Veyahut Yan Yana’ ismini taşısa da kısaca ’Yan Yana’ olarak zihinlerde yer edecek elbet...

Bu gerçek olaylardan sinemaya taşınmış evrensel öykü temel olarak iki farklı toplumsal kökenden gelen, yaşama bakış, müzik beğenisi, eğitim, insan ilişkileri vs. gibi konularda ayrı kültürel kodlara sahip iki kişinin adeta birbirlerini tamamlayan bir yapıya dönüşmelerini anlatıyor. Tabii bu denklemde asıl katalizör görevini, adı coğrafyasına göre Driss ya da Ferruh olan alt sınıf temsilcisi üstleniyor. Onun yetişme koşulları, kaygan bir zeminde tutunma çabası ve hayatı yorumlama biçimi, daha oturmuş, geleneksel ve mesafeli yapıdaki burjuva Refik’i (ya da Philippe’i tabii ki) etkiliyor.

Ferruh bakıcılık sayesinde debelendiği bataklıktan bir nebze kurtulur gibi gözükürken aile bağlarını da unutmamaya, onlara da bu iş vasıtasıyla insanca bir hayat standardı sağlamaya çalışıyor. Dengenin varsıl kanadında duran Refik’in -sıkıcı dost çevresi, sevgi ve şefkate muhtaç kızı, kendisine sözde bilimsel metotlarla bakan sağlık çalışanları derken- ilerlemiş yaşına ve fiziksel olarak yetersiz durumuna karşın Ferruh sayesinde hayatına adeta renk geliyor. Bazı şeyleri yeniden keşfediyor, neşeleniyor, çocuksulaşıyor, aşırı romantik çizgilerde gezinen gönül dünyasında somut adımlar atma çabasına giriyor.

Yazının Devamını Oku

Üzerine meteor düşen bir hayat!

8 Kasım 2025
‘Sahibinden Rahmet’ bir gece aniden köylerine düşen meteorun en büyük parçasını bulmasıyla birlikte zenginleşme umudu doğan İrfan’ın sonrasında yaşadığı ruhsal çöküntüyü anlatıyor. Emre Sert ve Gözde Yetişkin imzasını taşıyan yapım, geçen hafta sona eren Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Senaryo ve Behlül Dal En İyi İlk Film ödüllerini kazanmıştı.

Orta Anadolu’da, Çankırı’ya bağlı yoksul bir köy... Bir gece ahali duyduğu büyük bir gürültüyle sokağa fırlar. Kimine göre deprem olmuştur, kimine göre yıldırım düşmüştür, kimine göre de bir ateş topu üstlerinden geçmiştir. Kısa sürede durum anlaşılır, gökten bir meteorun parçaları yöreye dağılmıştır. Ertesinde köye helikopterle inen ve NASA’dan geldiklerini söyleyen Amerikalı uzmanlar kimde ne varsa kendilerine verilmesini ve bunun karşılığında hatırı sayılır bir ücret ödeyeceklerini söylerler. Bu durum onca yoksulluk içindeki köy halkı için yeni bir gelir kaynağıdır. Herkes etrafa yayılır ve meteor parçalarını arar.Genç köylünün çok geçmeden psikolojisi bozuluyor ve başta kasabada yaşayan eniştesi olmak üzere yakın çevresiyle ilişkileri altüst oluyor.

Bu hengâme içinde çarpmanın etkisiyle yıkılmış köprünün altında en büyük parçayı İrfan bulur... Süreç sessiz sakin yapıdaki bir çocuk babası İrfan’ı, zaman içinde büyüttüğü hayaller eşliğinde farklı noktalara taşır. Söz konusu büyük parçaya verilecek parayı kendince arttıran ama öte yandan herkesin göz diktiği bir nesneye sahip olmanın verdiği duygunun esiri bu genç köylünün çok geçmeden psikolojisi bozulacak ve başta kasabada yaşayan eniştesiyle sonra da yakın çevresiyle ilişkileri altüst olacaktır...

Emre Sert ve Gözde Yetişkin’in yazıp yönettiği ‘Sahibinden Rahmet’ bulduğu göktaşı tortularıyla hayatının akışı değişen bir köyün ama asıl olarak diğerlerinden fazla büyükçe bir hacme sahip meteor parçasıyla birlikte kendi içinde bir ‘parçalanma’ yaşayan İrfan’ın öyküsünü anlatıyor. Geçen hafta sonra eren 62. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden En İyi Senaryo ve Behlül Dal En İyi İlk Film ödüllerini kazanarak dönen çalışma, elbette daha önce izlediğimiz kimi yapıtları akla getiriyor. Örneğin köyün silik karakterlerinden biri olan İrfan’ın başına konan bir tür talih kuşuyla değişen kaderi bir parça Kartal Tibet imzalı, 1986 tarihli Şener Şen klasiği ‘Milyarder’i çağrıştırıyor. Öte yandan İngiliz usta Danny Boyle’un erken dönem yapıtı ‘Mezarını Derin Kaz’da (Shallow Grave) şans eseri ellerine geçen yüklü miktarda para üç arkadaşın dostluklarına gölge düşürürken içlerinden biri (Christopher Eccleston’ın canlandırdığı David) şirazeden çıkıyor ve psikolojisini kaybederek elini kana buluyordu. Bir başka yakın örnek geçen yılın yerli yapımlarından ‘Hakkı’ydı. Hikmet Kerem Özcan imzalı, Bülent Emin Yarar’ın ana karaktere hayat verdiği bu yapımda evinin bahçesinde define bulan ve daha fazlası için harekete geçen bir adamın meseleyi takıntı haline getirmesi ve açtığı tüneller içinde ruhsal açıdan kaybolması anlatılıyordu.

Yukarıda adını saydığım yapıtlarla akrabalıklar taşıyan ‘Sahibinden Rahmet’e ilişkin yönetmenlerinden Emre Sert, filmin Antalya’daki gösteriminin ardından düzenlenen basın toplantısında hikâyenin esin kaynağının Bingöl’de bir köye (ki babasının köyüymüş) vakti zamanında düşen bir meteor olduğunu söylerken sinemaya uyarlama aşamasında olayları Çankırı’nın bir köyüne taşıdıklarını belirtmiş. Doğrusu eldeki öykü İrfan’ın bulduğu parça kadar işlenmeye müsaitmiş. Lakin filmin ana karakterinin psikolojisini aktarmada kimi tercihlerden dolayı yeterince etkili olunamadığı kanısındayım. Para, eski bir hazine, göktaşı parçacıkları, mücevher, heykel, tablo vs. değerli olduğuna inanılan bir nesneye emeksizce sahip olup onu takıntı haline getirirken,
koruma çabasına girip para-
noya çizgisine ulaşmak ve kendi dengesini kaybetmek insanlık hallerimizden biri. ‘Sahibinden Rahmet’ aslında bu meseleye kafa yormak için yola çıkmışa benziyor ama filmin az biraz komediye göz kırpan yanlarıyla birlikte kararlı bir tonu oluşmamış. Bana kalırsa ya sarsıcı bir psikolojik öykü hattından ilerleme ya da komediye daha fazla göz kırpma seçeneklerinden birini tercih edip belirlenen rotada sağlam ve vurucu adımlarla yola devam edilseymiş sanki daha çarpıcı bir film olurmuş.

Ayrıca İrfan’ın satış aşamasına gelip vazgeçme meselesi ve meteor parçasına biçilen meblağın sürekli arttırılıp azaltma gelgitleri öykünün tekrarlara düşmesine ve seyircide ‘uzatmışlar’ hissi yaratılmasına neden oluyor. Orijinal hikâye sosyal medyanın en azından günümüzdeki kadar hüküm sürmediği bir zaman diliminde yaşanmış. Buradaysa köye düşen parçaların, başta NASA olmak üzere dünyanın hemen farkına varması, ahaliden birinin kendi bulduğu parçaları ‘Satılık’ duyurusuyla birlikte internete koymasıyla gerçekleşiyor. Eğer işin içine internet (ve de cep telefonu) giriyorsa bütün dünyanın gözü üzerinizde demektir. Ama filmde İrfan’ın elindeki parçayla birlikte popülerleşme süreci sadece bir gazetecinin olduğu sahneyle halledilmiş ve burada bir muhabir kahramanımıza ve ahaliye birkaç soru yöneltiyor.

Nerde bu devlet!

Yazının Devamını Oku

Gönülleri de çalan bir hırsız!

1 Kasım 2025
Çatıdan girerek fast food restoranlarını soyan, daha sonra yakalanan ve hapisten kaçan bir soyguncu... Bir Toys “R” Us mağazasında saklanırken çalışanlardan birine âşık olur. Channing Tatum ve Kirsten Dunst’ın başrolde olduğu, Derek Cianfrance’ın yönettiği ‘Çatıda Biri Var’ sınıfsal bir dramın ifadesi.

Kuzey Carolina’da yaşayan, eşinden ayrılmış, üç çocuk babası eski bir asker; Jeffrey Manchester, küçük kızına doğum gününde aldığı hediyenin onda istediği etkiyi yaratmadığını fark eder. Nihayetinde asıl beklentisi olan bisikleti almak için harekete geçer. Ekonomik olarak bu işlerin üstesinden gelecek durumu yoktur ve çare olarak bir gece bir McDonald’s restoranının çatısından içeri girer ve sabah dükkâna gelen elemanlara kasayı açtırarak bir soygun gerçekleştirir. Çalışanları soğuk hava deposuna kilitlerken ceketi olmayan elemana da kendi montunu verir. Sonrasında bu işi rutine sokar ve fast food zincirlerinin çok sayıda restoranını soyar. Lakin yakalanır. Hâkim, çalışanları silah zoruyla alıkoymak suçları da dahil olmak üzere kendisine 45 yıl hapis cezası verir.

2000’de girdiği hapiste iyi bir intiba bırakır ve ortamın kendine sağladığı konfordan yararlanarak 2004’te cezaevine servis veren bir kamyonun altına saklanarak kaçar. Eski mesleğini icra etmek için girdiği büyük bir Toys “R” Us oyuncak mağazasının geniş reyonlarını beğenir ve burada kendine bir sığınak inşa eder. Geceler onundur ve boş mağazada özgürce turlar. Zamanla oyuncak telsizler sayesinde ikiyüzlü müdür ve çalışanlar arasındaki ilişkilere de hâkim olur, vardiya saatleriyle oynayarak kendince adalet sunar.

Nihayetinde mağaza çalışanlarından Leigh Wainscott’ın gönüllü olarak çalıştığı Crossroads Kilisesi’nin düzenlediği bağış kampanyasına çalıntı oyuncaklarla katkıda bulunurken boşanmış, iki kız annesinin hayatına dahil olur. Leigh’e âşıktır ve bu aşk ona yeni bir motivasyon sağlar. Öte yandan yalanları da çoğalmaktadır. İlişki esnasında John Zorn adını kullanır, devlet için gizli bir görevde çalıştığını söyler, iki kız için baba figürüne dönüşür vs. ama nihayetinde maskesi bir şekilde düşecektir...

‘Aşk ve Küller’ (Blue Valentine), ‘Babadan Oğula’ (The Place Beyond the Pines) ve ‘Hayat Işığım’ (The Light Beewen Oceans) gibi yapıtlarıyla tanınan Derek Cianfrance’ın son çalışması ‘Çatıda Biri Var’ (Roofman) girişte özetlediğim dinamikler üzerinde yükselen bir yapım.

 

ÇATIDA BİRİ VAR

Yazının Devamını Oku