1)-Nişantaşı’nda, manolya ağaçları arasında 1800’lü yıllarda yapılmış klasik bir İstanbul konağındayız. Bu güzel evin sakinleri her odaya özenle dizilmiş askılarda renk renk birbirinden romantik bine yakın elbise, ceket, pantolon, gelinlik… Evin sahibesi bu haftaki konuğumuz moda tasarımcısı Özlem Süer, “O askılarda hep benim için yaşayan kadınlar var” diye başlıyor söze: “O yüzden askılara, reyonlara sert davrananlar o kadınları itiyor gibi bir duyguya kapılırım ve bunu beni çok incitir. Onlar aslında birer ruhtur.”
Özlem Süer - Zeynep Bilgehan
BÜYÜKLERİN OYUNU: SANAT
Özlem Süer, 1968 yılında İstanbul’da doğup büyümüş bir anne babanın iki çocuğundan küçüğü olarak dünyaya geliyor. Uzun yıllar sonra aileye gelen ilk kız çocuğu olduğu için adı ‘Özlem’ oluyor. Romantik ve bohem bir prenses masalında büyüyor: “Çocukluğum Kadıköy’de geçti; yeşillikler içinde sokakta oyun oynayan son nesilden oldum. Oyun yaratıcılığın odağıdır, diye düşünüyorum. Büyüdüğümüzde de sanat yaşamın bir oyunu gibi oluyor.” Evdeki oyun alanıysa Olgunlaştırma Enstitüsü mezunu annesinin yanı... Küçük yaştan itibaren kumaşlara ilgi duyuyor; öyle ki geceleri oyuncak bebeklerle değil ipek, kadife, saten gibi yumuşak kumaşlarla uyumayı seviyor. Süer: “Elimde ‘lüp’ denen büyüteçle bütün kumaşları inceler, analiz ederdim.”
EĞİTİM Mİ ANNE TEKNİĞİ Mİ
Yaşı biraz büyüdükten sonra annesine kumaş alışverişinde eşlik ediyor. Süer, “Tezgâhlarda kumaş toplarının kokularını her zaman çok lezzetli buldum. Bunca yıl eğitim aldım ama kumaş seçimi ve dikiminde hep annemin tekniğinden faydalandım” diyor. Çok şık giyinen babasından da etkileniyor. Bir diğer ilham kaynağı da kitaplar oluyor: “Çok okurdum, karakterlerin nasıl giyindiğini, mesela hangi mendili kullandığını hayal ederdim. Kitaplarımın yanında hep küçük eskizler vardır. Kendimi bildim bileli ellerimle yaşadım. Hep bir şeyler yapar, diker, örerdim. Kısıtlı imkânın yaratıcılığı çok artırdığını düşünüyorum. Sanata hep merakım vardı; çok sergi gezerdim, sinemaya giderdim.”
Hâlâ ‘balıkçı köyü’ vasfını koruyan Rumeli Kavağı’nda üç kuşaktır balıkçılık yapan bir ailenin çocuğu, İstanbul’un en meşhur mekânlarından birinin sahibi ‘Balıkçı Kahraman’ ile beraberiz. Söze, “İnanır mısınız aylardan beridir ilk defa deniz kıyısına geldim. Dükkândan hiç çıkmıyorum. Sürekli buradayım, sürekli çalışıyorum” diye başlıyor. Adını taşıyan mekânıyla öyle özdeşleşmiş ki gülerek “Benim soyadım Balıkçı Kahraman oldu! Artık ismim soyadımın önüne geçti” diyor. Peki kendi de en az kalkanları kadar meşhur Kahraman Bey kimdir? Bu işlere nasıl başlamış? Kış demek biraz da balık sezonu demek; en iyi balık nasıl yenir? Bir balık sofrasında neler olmalıdır?
ÜÇ KUŞAKTIR RUMELİ KAVAĞI
Önce kendi hikâyesiyle başlayalım. Tam adı Kahraman Altun… Kahraman Bey, 1964 yılında Rumeli Kavağı’nda dünyaya geliyor. Ailesi aslen Trabzon’un Sürmene ilçesinin Çamburnu Köyü’nden. İstanbul’a üç kuşak önce geliyorlar: “Karadeniz’de bir aile soyadı vardır, bir de sülale adı; biz Sofuoğlu sülalesindeniz. Atalarımız, 1914 senesinde büyük dedem Sofuoğlu Yusuf Reis’in öncülüğünde kürek çeke çeke kayıklarla İstanbul’a gelmişler. Rumeli Kavağı’nda 1920 yılına ait tapu kayıtlarımız var. Annem ve babam Trabzon’da aynı köyden. Ben ve üç kardeşim burada doğduk ama Trabzon’la bağımızı hiç koparmadık. Karadenizli olmak bir ayrıcalıktır!”
SUYU BARDAKTA GÖRENLERDEN DEĞİLİZ
Çocukluğunun geçtiği Rumeli Kavağı nasıl bir yerdir? Kahraman Bey, “Sarıyer’in bir ilçesi ama bambaşka bir mahalledir… Rumeli Kavağı yüzyıllardan beri bir balıkçı köyüdür” diyor: “Burada hep aynı yörenin insanları, Karadenizliler vardır. Herkes birbirinin akrabasıdır. Tek geçim kaynağı balıkçılıktır. Benim de babam balıkçıydı. Denizin içinde doğmuş, denizin içinde büyümüş. Biz suyu bardakta görenlerden değiliz, suyun içinden geldik! Babam denize kalkan ağı atardı, elinde kimi zaman 13-14 kiloya ulaşan kalkan balığıyla gelirdi. Kalkana o zamandan başladık. Annem palamut pilakisi, jölesini yapardı.”
MİDYENİN TAVASI BOĞAZ’IN HAVASI
1) - İstanbul’un en işlek caddelerinden birinin ara sokağında, bir anda ıssızlaşan bir yokuşun sonunda, ağaçların gölgesinde gizli bir merdivenden inerek ulaşılıyor atölyesine… Kedi ve köpekler arasında, kuşların soluklanmaya uğradığı adeta büyülü bir bahçe gibi… Ressam, heykeltıraş ve sanat tarihçisi Gürol Sözen ile beraberiz. İnsanın buradan ilham almaması imkânsız; herhalde bu sebeple Sözen de hiç durmadan üretiyor. Gülerek bir Aydın Boysan anısıyla başlıyor: “Dostum Aydın Boysan’a ‘İki ayda bir kitap çıkarıyorsun’ deyince, ‘Gürol zamanım mı kaldı! Hayata dair yazacak o kadar çok şey var ki. Hayat ise ciddi bir iştir! O yüzden peş peşe yazıyorum” demişti.” Sözen, şimdilerde, Can Yayınları tarafından yeniden basılan çocuk kitabı ‘Anadolu Uygarlıklarından Öyküler’ serisinin devamını yazıyor. Kitap, Hititlerin başkenti Hattuşa’da yaşayan küçük bir kızın, Pattiya’nın bir gününü anlatıyor… Sözen: “Uygarlıkların çocukları anlatıyor, ben yazıyorum” diyor.
DOĞDUĞUM DEĞİL OLDUĞUM YER
Kendi hikâyesi de Hitit topraklarında başlıyor… Gürol Sözen, 1940 yılında Konya’da dünyaya geliyor. Annesi, 1911 doğumlu Ülfet Hanım Boğazköylü; Hitit Uygarlığının başkenti Hattuşa! Babası Muhsin Bey ise Konyalı. Meteoroloji müdürü babasının görevi sebebiyle çocukluğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde geçiyor; Elazığ, Konya, Malatya, Adana, İzmit… Sözen işte bu sebeple Konya’da, ağabeyi Metin Sözen ise Elazığ’da doğuyor. Gürol Bey, “Hani ‘hemşerilik’ düşüncesiyle hep doğduğun yer sorulur ya; benim için hep doğduğum değil, olduğum yer ağır bastı. Görkemli Anadolu toprakları…” diyor.
SENE 1947 - Gürol Sözen ve birkaç ay önce kaybettiğimiz ağabeyi meşhur mimar Metin Sözen…
“Çocukluğum, ağabeyim Metin ile her çocuk gibi karelerden oluşan ama dönüp dolaşıp karşımıza çıkan gülümseten fotoğraflardı. Annem ve babam iki elimizden tutup körüklü makinesi ile küçük dükkânı olan fotoğrafçı amcalara götürmüştü. Dükkandaki her fotoğraf gülümseyen ailelerle doluydu. Mutluydular çünkü genç Cumhuriyet’in güveni ve onurunu taşıyorlardı; akça pakça giysileriyle…”
1)- Kolonyaları, mumları, sabunları, parfümleriyle Türkiye’nin en eski markalarından biri olan Rebul’un ikinci kuşak patronu Mehmet Müderrisoğlu ile beraberiz. Aslında işleri 25 yıl önce oğluna devretmiş ama hâlâ defterindeki bir milyonu aşkın ‘formül’e yenileri eklemek için çalışıyor. Emekli olması mümkün değil çünkü eczacılığın içine doğmuş. Takvimleri bir asır geriye sarıyoruz; babası Kemal Müderrisoğlu ile başlıyoruz. Kemal Müderrisoğlu, 1904 yılında İzmit’te dünyaya geliyor. 11 yaşındayken babasını, 14 yaşındayken annesini kaybediyor. Yokluk içinde kalan yedi kardeşten dördü vefat ediyor. Kalan üç kardeş zeytin ve peynir ticareti yapan dayılarının yanına İstanbul’a sığınıyor. Kemal Bey, Kabataş Erkek Lisesi’nde okuduğu sırada devlet öğrencilere doktor, diş hekimi, kimya mühendisi ve eczacı olmak üzere özel bir sınavla üniversiteye girme imkânı sağlıyor. Müderrisoğlu da 1919 yılında, henüz 15 yaşında bugünün İstanbul Üniversitesi olan Darülfunun’da eczacılık eğitimine başlıyor.
PERA’NIN PARİSLİ GÖZDESİ
Aile Cihangir’de yaşıyor. Müderrisoğlu, Pera’nın en gözde eczanesi ‘Pharmacy Parisienne’i gözüne kestiriyor. Eczanenin sahibi Mösyö Jean Cesar Reboul. O da 1895 yılında Paris’te Eczacılık Fakültesi’nden mezun olmuş. Trabzon-Hopa yolunu yapan Fransız şirketinde mühendis olan babasını ziyaret için İstanbul’a geldiğinde ‘Rue de Pera’daki ‘Roumeli Han’ı beğeniyor ve orada bir dükkân açıyor. Fransız usulü yaptığı parfüm ve kozmetik ürünlerle İstanbulluların gözdesi oluyor… Müderrisoğlu, Mösyö Reboul’a staj yapma imkânı olup olmadığını soruyor. Mösyö Reboul, “Fransızcan var mı? Sen, ‘Rue du Pera’da Fransızcası olmayana iş verilmeyeceğini bilmiyor musun?” diyor.
MÖSYÖ REBOUL İLE ÇIRAĞI KEMAL
Mehmet Bey, “Düşünün Türkiye’de Türkçenin geçersiz olduğu bir ortam!” diye hikâyeyebir ara veriyor… Ancak babası Kemal Müderrisoğlu yılmıyor. Gece kurslarıyla Fransızca’yı öğreniyor. Ertesi yıl yeniden eczaneye gidiyor. Mösyö Reboul onu hatırlıyor ve yanına çırak olarak alıyor. Beraber işe koyuluyorlar. 1923’te mezun olan Müderrisoğlu iyi bir teklifle tam zamanlı eczanede çalışmaya başlıyor.
Sene 1938... Sivas’ın Doğanşar ilçesine bağlı Eskiköy’deyiz. Ahmet Ayık, çiftçi bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya geliyor. Köyde kışlar uzun, hayat zorlu. Baba tarlada çalışıyor, anne evin yükünü omuzluyor. Geçimleri toprağa ve hayvancılığa bağlı. Sabahın ilk ışığında uyanıyor, kimi zaman koyun güdülüyor kimi zaman su taşınıyor kimi zaman ormandan odun toplanıyor. Derken, yaşanan bir felaket tüm bölge halkı gibi onları da etkiliyor: 1939 Erzincan depremi... 40 bin kişinin hayatını kaybettiği bu felakette Ayık Ailesi’nin de evleri yıkılıyor. O sırada kundakta bebek olan Ahmet Ayık dört kardeşini kaybediyor. O günleri anlatmanın hâlâ kolay olmadığını söylüyor:
‘KADERİM ENKAZIN ALTINDAN DOĞDU’
“Acılar insanı olgunlaştırıyor. O yıkıntıların içinden azimle, hayata tutunarak çıktık. O gece herkes uykuda, bir anda yer gök sarsılıyor evler yıkılıyor, toprak yarılıyor. Babamın anlattığına göre sabah olduğunda köyde sessizlik hâkimmiş, sadece enkaz altından gelen insan sesleri ve fısıltılar duyuluyormuş. Bizim evimiz de o gece çökmüş. Annemle babam beni mucize eseri kurtarmış. Ama dört kardeşim... Onları o enkazın altından sağ çıkaramamışlar, dördü de ölmüş. O acı, ailemizin üstüne bir dağ gibi çökmüş. Bebek aklımla ne olduğunu anlayamasam da büyüdükçe o kaybın ağırlığı içimde her zaman bir iz bıraktı. Belki de o yüzden hep güçlü olmak istedim. Yıkılmamayı, yeniden ayağa kalkmayı öğrendim. Benim için güreş sadece bir spor değil, bir iyileşme biçimiydi. Minderde her ter damlası, her mücadele, aslında içimdeki acıyı tatlıya dönüştürmenin bir yoluydu. Bazen en büyük acılar, insanın kaderini yeniden yazar. Herhalde benim kaderim de o enkazın altından doğdu.”
EFSANE PEHLİVAN KARAOĞLAN’IN TORUNU
Zorluklara karşı mücadele belki de aile geleneği... Ataları Türkmenistan’dan gelmişler. Önce Suriye’ye göç etmişler, daha sonra İzmir’e, oradan Doğanşar’a gelerek Eskiköy’ü kurmuşlar. Ayık, “Bizim köklerimiz güreşle yoğrulmuş bir ailedir” diye devam ediyor: “Dedemiz Karaoğlan, Sultan Abdülaziz döneminde sarayda güreşle nam kazanmış. Gerçek adı İsmail’dir; ama herkes ona ‘Karaoğlan’ dermiş. Sarayda yapılan bir müsabakada, dönemin yabancı pehlivanlarını yenen ilk Anadolu delikanlılarından biri olmuş.” Çocukluğu, uzun kış gecelerinde soba başında Karaoğlan’un hikayelerini dinleyerek geçiyor: “Dedemin, rakibini kucaklayıp yerden bir hamlede kaldırdığı, rakibini düşürürken bile canını yakmamak için tuttuğu söylenirdi. Bu hikâyeleri dinlerken gözümün önüne hep o siyah sakallı, dev gibi bir adam gelirdi.”
BOYUM KISA GÜCÜM AZDI AMA İNADIM VARDI
Dedesinin hikâyelerini dinleyerek büyüyünce güreş de en büyük merakı oluyor: “Büyükleri köy meydanında izlerdim; kim bu sefer kimin sırtını yere getirecek diye heyecanla bakardım. Onlar minderde değil, toprakta, kar üzerinde güreşirdi. Ben de fırsat buldukça aralarına girer, ‘Ben de varım’ derdim. Boyum kısa, gücüm azdı ama inatçılığım fazlaydı. Küçücük yaşta, birinin omzuna atlamayı, denge kurmayı, düşmeden ayakta kalmayı öğrendim. Doğaya da çok meraklıydım. Dağlara tırmanır, kar sularının aktığı dereleri seyrederdim. O sessizlikte hep bir gün ben de büyük bir pehlivan olacağım diye hayal kurardım.”
1- ‘Dönüş’ filminin, “Hasretinle yandı gönlüm… Yandı yandı, söndü gönlüm… Evvel yükseklerden uçtu… Düze indi şimdi gönlüm…” diye başlayan müziğini dinleyip de gözleri dolmayan var mıdır? Böyle bir eser nasıl yazılır? Bu sorunun cevabını vermek üzere karşımda bulunan eserin sahibi, çağdaş Türk müziğimizin en önemli bestecilerinden, ulu çınar Yalçın Tura muzip muzip gülüyor… Onlarca film ve dizi müziği, opera, çocuk şarkısı, caz eserleri olan, İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü kurucusu Tura, geçen hafta Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’nde müzik alanında ödüle layık görüldü.
Zeynep Bilgehan, Yalçın Tura ve Sabahat Tura
‘FERAŞET-İ ŞERİFE’ BERATLI DEDE
Tura, “Bizim ailemiz Horasan’dan gelmedir” diye başlıyor söze: “Ailemizin adı ‘Ahi Turalar’. Ahilik eski bir meslek loncası düzenidir. Aile önce Malatya’nın Arapgir ilçesine yerleşiyor. Büyükbabam Ali Fuad Bey, 12 yaşında çalışmak üzere İstanbul’a geliyor ve bir fırın açıyor: Hasanpaşa Fırını. Kendisi, kandillerde yediğimiz ‘kandil simidi’nin mucidiydi. Sultan İkinci Abdülhamit tarafından yaptığı işteki başarısı sebebiyle ‘Feraşet-i şerife’ beratıyla ödüllendirilmişti.” Bu berat evin duvarında asılı...
13 YAŞINDA BABASIZ KALIYOR
Ali Fuad Bey’in oğlu Mustafa Niyazi Bey, Hukuk Fakültesi’nde okurken Çanakkale Savaşı’na katılıyor. Donarak şehit olanların kaldığı morgda bir askeri doktor onu tesadüfen bulup hayata döndürüyor. Yalçın Tura, Mustafa Niyazi Bey ve Necile Hanım’ın üç çocuğundan en küçüğü olarak 1934 yılında dünyaya geliyor. Tura: “1942 yılında ağabeyimi veremden kaybettik. Bu acı üzerine beş sene sonra babamı da kaybettik.” Tura, 13 yaşında annesiyle bir başına kalıyor. Ablasının eşi Prof. Dr. Hakkı Ogan ona ikinci babalık yapıyor.
1)- Gebze’deki TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’ndeyiz (MAM)… Karşımızda MAM Başkanı ve Kutup Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Burcu Özsoy var. Onunla makam odasında buluştuk ama çalışma alanı aslında bulunduğumuz yerden 14 bin 700 kilometre uzaklıkta; Antarktika! Türkiye’nin Antarktika girişimleri 2015’te İTÜ’de Kutup Araştırmaları Merkezi’nde, akademik çatı altında başladı. 2017’de Cumhurbaşkanlığı himayelerinde Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın koordinasyonuyla TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezine ve Kutup Araştırmaları Enstitüsü’ne taşındı. Önce seferlere öncülük eden Prof. Burcu Özsoy’u tanıyalım…
SENE 2006 - Uluslararası Kutup Yılı’nda Burcu Hoca’nın ilk Antarktika seferi
13 KUŞAKTIR OKUYAN AİLE
Burcu Özsoy, Yıldız Teknik Üniversitesi mezunu mimar bir anne ile İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu inşaat mühendisi bir babanın üç çocuğundan ilki olarak Gaziantep’te dünyaya geliyor. Bunu vurgulamamızın bir sebebi var. Özsoy: “13 kuşaktır Gaziantepli bir aileyiz. Büyük büyük dedemiz Şeyh Ramazan Efendi’den beri ailemiz hep ilimle ve bilimle ilgilenmiş. Ailede eczacılar, diş hekimleri, doktorlar, mimarlar profesörler var. Çocukluğum anne ve babamın sabahtan akşama kadar çalışmalarına şahit olarak geçti. Bana rol model oldular.”
SENE 1985 - “Annem, babam, kız kardeşim Bilgen ve erkek kardeşim Kerem ile”
SORU SORMAKTAN ÇEKİNMEZDİK
1- BAZI insanlar size de hep varlarmış gibi geliyor mu? Kültür sanat dünyamız için Zeynep Oral onlardan biri. Kâh Aziz Nesin’den kâh Joan Baez’den bahsediyor ama bakıyorsunuz zamansız bir genç kız gibi… Yazılarını takip edenler, onlarca kültür sanat etkinliğine nasıl yetiştiğini merak edebilir. Fiziksel olarak da onun için ‘yaşsız’ diyebiliriz. İnkılap Kitabevi’nden çıkan son kitabı ‘Yaz Yüreğim Yaz’ vesilesiyle bizi evinde ağırlarken mesleğe henüz başlamış birinin heyecanı ve enerjisiyle konuşuyor. Kitap, kadınların görünmez kılınan hayatlarını, özgürlük mücadelelerini ve susturulmuş seslerinden esinle yazdığı kısa öykülerden oluşuyor. Peki Zeynep Oral’ın kendi hikâyesi nasıl başlamış? Eski albümleri açıyoruz…
‘EV KADINI’ TABİRİ BENİ HEP RAHATSIZ ETTİ
Oral, Almanya’da okumuş kimyager bir baba ile Dame de Sion Lisesi mezunu ‘ev hanımı’ bir ailenin iki kızından ikincisi olarak İstanbul’da doğuyor. İsyanı daha burada başlıyor…
Oral: “Okulda baba mesleği soruluyor söylüyorum ama anne mesleğine ‘ev kadını’ demek beni rahatsız ediyordu. Ne demek ev kadını! Annem evde bizden çok çalışıyor! Annemle babam birbirlerine çok âşıktı ama her sabah babam evden çıkarken melek annem ‘Semihçiğim eve para bırakır mısın?’ dediği anda o aşk yok olurdu. O zaman hayatta kimseden, hele sevdiğim birinden asla para istememeye karar verdim.” Aile, Oral beş yaşındayken babanın işleri sebebiyle İzmir’e taşınıyor. İzmir’de evden çok sokaklarda oynuyor. Zengin bir kültür ortamı da var: “Babamın çok güzel sesi vardı; bir akşam aryalar söyler, bir akşam Kuran, bir akşam Nazım Hikmet’ten şiirler okurdu. Halikarnas Balıkçısı misafir olarak gelirdi.”
Zeynep Oral - Zeynep Bilgehan
EDEBİYATÇIDAN ÇOK GAZETECİYİM
“Son kitabımın ilk bölümünde 12 Eylül’ün bendeki tortuları, ikinci bölümde kadın öyküleri var. İçimde biriktirdiklerimden kadın olmanın binbir halinin ne kadar güçlüklerle ilerlemek olduğunu anlatmak için yazdım. Kendimi edebiyatçıdan çok gazeteci olarak görüyorum. Kitapları gazeteye sığamadığımda, bu hikâyeleri herkes bilsin diye yazıyorum. Vicdan sahibi herkes her haksızlığa karşı çıkmalı.”