Yakın uzay ve Güneş sistemimizde yeni bilimsel gelişmelerin yaşandığı, hareketli bir haftayı geride bırakıyoruz. 3I/Atlas nihayet Dünya’ya en yakın konumuna ulaştı, gizemli gökcismine dair yeni sorular da beraberinde geldi. Atlas’ın bilinçli bir kaynaktan kontrol edildiğine dair ihtimaller çoğalırken NASA’nın uzayda yaşam kaynağı bulmak için geliştirdiği yeni teleskopu da tanıtıldı. Son dönemde artan solar fırtına olaylarına bir de Güneş’te aniden açılan devasa yarık dahil oldu. Jeolojik hareketlerin Güneş’teki aktivitelere duyarlı olduğunu belirten uzmanlar depremler ve yanardağlara karşı uyarıyor.
Temmuz ayında tespit edilen ve önceleri bir kuyrukluyıldız olduğu düşünülen 3I/Atlas’ın aslında emsalsiz bir gökcismi olduğunu iddia eden isim, Harvard Üniversitesi’nin astronomi bölümü eski başkanı Prof. Dr. Avi Loeb olmuştu. Loeb yıldızlararası seyahat eden kometin yapısında ve aktivitelerinde tesadüfen olma ihtimali çok zayıf ama çok belirgin ‘anomaliler’ gözlemlemişti. Bunların en başında, Güneş sistemindeki gezegenlerin sıralandığı düzleme neredeyse mükemmel bir açıyla giren kometin Mars, Venüs ve Jüpiter’e çok yaklaşmasını sağlayan, özellikle tayin edilmiş gibi duran güzergâhı vardı. Daha sonra Atlas’ın Güneş’e en yakın noktadan geçerken kendi kendine hızlandığı ve küçük bir manevra yaptığı anlaşıldı. Dr. Avi Loeb, Güneş’in ardında kaldığı için izleyemediğimiz bu manevra sayesinde Atlas’ın yönünü Jüpiter’in yörüngesinde özel bir noktaya çevirdiğine işaret etti. Gezegenin yerçekimi alanının sınır noktasına varacak olan Atlas şayet bir uzaylı aracıysa ve Jüpiter’in yörüngesine uydular veya aygıtlar bırakmak isterse en ideal noktanın burası olduğu tarif ediliyor.
‘Hazırlık yapmalıyız’
3I/Atlas, gezegenimize en yakın konuma ulaştığı 19 Aralık’ta yine heyecan yaratmayı sürdürdü. İlk görüldüğünden beri dört kez renk değiştiren; mavi, kırmızı ve yeşil bir ışık topu gibi görüntülenen Atlas, Dünya’ya yaklaşırken altın gibi parlamaya başladı. Ayrıca 3I/Atlas, sürekli kendi aksında döndüğü halde, etrafında açısı sabit kalan jet püskürtüleri gözlemlendi. Atlas’ın jet püskürtüleri standart modellerle açıklanamadığı için Prof. Dr. Avi Loeb, bunların itki motorları veya sondalar olabileceğini öne sürüyor. Saygın ve tanınmış bir biliminsanının kanıtlanması imkânsız görünen, ‘uçuk’ bir teoriyi savunması, akademik dünyada sık karşılaşılan bir durum değil. Öte yandan Prof. Dr. Loeb “Atlas’taki gibi olağanüstü anomaliler topluca gözlendiğinde, çok farklı olasılıkların değerlendirilmesi bilimsel gerekliliktir” diyor. Geçen hafta 14’üncü anomaliyi tespit eden Loeb, 3I/Atlas’ın Dünya dışı bir medeniyetle bağlantısı olabileceği ihtimalini kabul edersek olası bir karşılaşmaya da hazırlık yapabileceğimizi öne sürüyor.
Uzak gezegenlerde yaşam aranacak
Hubble ve James Webb teleskoplarından sonra ‘yeni nesil’ olarak tanıtılan Nancy Grace Roman Teleskopu’nun inşasını tamamlayan NASA, 1 yıl içinde yörüngeye gönderileceğini duyurdu. Hubble’dan
100 kat daha güçlü olan geniş alan aparatı, kara deliklerin keşfi ve kara maddenin daha iyi anlaşılması için kullanılacak. Koronograf özelliğiyse yıldızların ışıklarını kısarak yörüngelerindeki gezegenlerin daha iyi incelenmesine olanak sağlıyor.
Güneşte koronal delik
Avustralya hükümeti 10 Aralık itibariyle yürürlüğe giren cesur yasayı meclisten ilk geçiren oldu. Aşırı sosyal medya kullanımının ergenler üzerindeki olumsuz etkileri açıkça bilinirken akıl ve ruh sağlığıyla ilgili yarattığı sorunlar ve bağımlılık konusuna karşı radikal bir adım atan Avustralya’nın uygulamaları Avrupa Birliği, Amerika ve Asya’daki geniş nüfuslu ülkeler tarafından izleniyor. Danimarka, Malezya, Norveç ve çeşitli ülkelerin yakında benzer yasal uygulamalara geçeceği konuşuluyor.
Referandumla Avustralya’daki her 3 ebeveynden 2’sinin desteğini alan, hem hükümetin hem de muhalefetin onayıyla parlamentodan geçen Çevrimiçi Güvenlik Yasası, 16 yaşını doldurmamış vatandaşların sosyal medya platformlarına girişini tamamen kısıtlıyor. Yasal yaptırımlarsa ilk etapta aralarında TikTok, Instagram, Facebook, YouTube, Reddit ve Snapchat’in olduğu 10 büyük sosyal medya platformunu hedef alıyor. Modelde yasaya uymayan çocuklar ya da aileler suçlu sayılmıyor. Yaptırımlar sadece platformları kapsıyor.
Uygulama, 18 yaşından küçüklerin alkollü mekânlara alınmasının yasaya aykırı olmasına benziyor. Avustralya hükümeti de yasayı kamuoyuna açıklarken alkol metaforunu bilfiil kullanıyor. Avustralya Başbakanı An-
thony Albanese, yayımlanan bir görüş yazısında “En başından beri bu sürecin yüzde yüz kusursuz olmayacağını kabul ettik. Fakat yasanın verdiği mesaj yüzde yüz net olacak. Avustralya yasal içki içme yaşını 18 olarak belirliyor çünkü toplumumuz bunun birey ve toplum açısından sağladığı faydaları kabul ediyor” ifadelerine yer verdi. Albanese gençlerin alternatif yöntemlerle platformlara girebileceği yorumlarınaysa “Gençlerin zaman zaman bir şekilde içki içmenin yolunu bulması, net ve ulusal bir standart belirlemenin değerini azaltmaz” şeklinde karşılık verdi. Sosyal medya platformları, yüz tanıma dahil bir dizi yöntemle kullanıcılarının yaşını kontrol etmekle ve 16 yaş altının hesaplarını askıya almakla yükümlü olacak. Yasağa uymayan platformlarıysa 49,5 milyon dolara varan
yüksek cezalar bekliyor.
Gençlerin ve ailelerin yasağa karşı tepkileri de merak konusuydu. Reuters, The Guardian, BBC, NBC gibi kaynaklara göre gençlerin belli bölümü platformlara geri dönmenin yolunu bulma peşinde. Hatırı sayılır oranda gençse zorlanacağını fakat zamanla adapte olabileceğini dile getiriyor. Trend olan #seeyouwhenim16 (16 olduğumda görüşürüz) hashtag’iyle son mesajlarını yayımlayan gençlerden birinin “Artık sosyal medya yok. Dünyanın geri kalanıyla bağlantıda olmak yok” paylaşımı dikkat çekiyor. Yasağa maruz kalmayan Arian Klaar (15) isimli Alman gencin yorumuysa meseleyi özetler nitelikte: “Sosyal medya son derece bağımlılık yapıyor ve aslında gerçekten bir avantajı da yok. Fikrini yayabilmek gibi bazı avantajları var ama bence dezavantajları, özellikle de bağımlılık, çok daha ağır basıyor.”
Dünyamızda birtakım olayların birbiriyle ilintili ve eşzamanlı gerçekleşmesine, yeni çağ tabiriyle ‘senkronizasyon’ diyoruz. Bazense bir enerji dalgası ortaya çıkıyor ve ilgili olaylar farklı noktalarda aynı anlarda cereyan ediyor. Kolektif bilinçte farkındalık arttıkça, olan bitenler insanları düşündürmeye başlıyor ve karşılığında bir tavır, aksiyon sergileme gereği doğuyor. Üç hafta önce nihayet eyleme geçirdiğim bir kararın yaşamıma etkileriyle birkaç gün önce Reuters’ta yayımlanan, üstelik internet dünyası için çarpıcı bir haberin senkronizasyonuysa çok manidar.
Konu sosyal medya bağımlılığı. Bağımlılığın ötesinde, insanın ruh hali, psikolojisi ve hatta akıl sağlığı üzerine etkileri... Reuters ajansının gündeme taşıdığı konu, Facebook ve Instagram’ı barındıran Meta şirketinin sosyal medya kullanımı ve ruh sağlığıyla ilgili önemli bilimsel bulguları sakladığı iddiasını taşıyor. Geçen hafta ABD’nin okul bölgeleri adına dava açan Motley Rice avukatları 5 yıl önce yapılan araştırmada çarpıcı bulgular elde edildiğini ancak bunların kamuoyu ve yetkililerle paylaşılmadığını öne sürüyorlar. Meta sözcüleriyse iddiaların asılsız olduğunu savunuyor. İddiaya göre Meta’da görev alan biliminsanları 2020’de Nielsen şirketine bir araştırma yaptırtıyor. Sosyal medya kullanımının psikolojik etkileri üzerine uygulamalı anketler yapılıyor. Raporlara göre bir haftalığına Facebook’u pasif konuma alan kişiler ‘depresyon, anksiyete, yalnızlık ve kendini başkalarıyla kıyaslama’ hislerinin azaldığını belirtiyor. Dava konusuna bakılırsa Meta bulguların ardından araştırmaları devam ettirmiyor ve o günlerde şirketin etrafında dönen medyatik söylemlerle raporların lekelendiğini deklare ediyor. Reuters’ın haberine göre araştırmadaki bir personel, özellikle sosyal kıyaslama konusunda Nielsen sonuçlarının tutarlı olduğu konusunda ısrar ediyor. Bir başka personelse olayın geçmişte yaşanan ‘tütün şirketlerinin sigaranın zararını öğrendikleri halde saklamasına’ benzeyeceği yönündeki endişesini dile getiriyor.
Şimdi geleyim, gündemle senkronize olan hikâyeme... Üç hafta önce içimde uzun süre demlenmiş ani bir kararla Instagram’ı telefonumdan siliyorum. İlk gün parmaklarımın kafası karışıyor. Başparmağım, zihnimin boşluğa veya sıkışıklığa düştüğü o anlarda, kırmızı ikonun olduğu ekrana ulaşmak istiyor. Gözümden uzaklaştırmak için ikonu sakladığım klasöre, parmağım kendi kendine kayıyor. Gözlemliyorum... Reflekslerimi yakalayıp farkındalığım geliştikçe, realitemin değişmesi iyi geliyor. Mesajlara günde bir-iki kez platformun internet sitesinden bakmanın, akışlara sadece üstten göz atmanın yeterli geldiğini görmekse içimi ferahlatıyor. Sahiden, özgürleşmeye dair bir ümit doğuyor içimde: Sosyal medyasız da yapabiliyorum!
Daha az uyaran...
Instagram’ı parmağımdan uzağa koyunca fark ettiğim en çarpıcı şeyse içeriklerin değişmesi. Hayır, mobil yerine internet sitesinden izlerken algoritma değişmiyor fakat aynı videolar, aynı hikâyeler olsa bile kaydırarak izlemenin hazzını vermiyor. Dopamin ekonomisi ne demekmiş, tepeden tırnağa anlıyorum. Alışkanlık ve süreklilik yaratmak üzerine geliştirilmiş sonsuz arayüzler, fonksiyonlar ve uygulamalar, kas hafızası üzerinden beyne ulaşıyor ve haz merkezlerine çörekleniyorlar. Arayüzü değiştirince de ortamın albenisi, tatmin duygusu bir anda azalıyor. İşte o noktada, içeriklerin kalitesi ve değeri de ayrışıyor, farklılaşıyor.
Sosyal medyaya bilgisayardan bakarken insan hikâyelerine daha az ilgi duyduğumu gözlemliyorum. Entelektüel içeriklerse daha çok dikkatimi çekiyor. Peki, ruh halim? Anksiyete ve depresyona dair pek bir yorum yapamam... Fakat başkalarının yaptıklarıyla kendi hayatını kıyaslama ve bir şeyleri kaçırma fobisi (FOMO) birkaç günde neredeyse yok oluyor. Dopamin seviyelerimin dengelendiğini bir hafta sonra az çok hissetmeye başlıyorum. Küçük arayışlar, açlıklar azalıyor. Zihnim, daha az uyaranla daha rahat ediyor, kafamı karıştıran bir bulut dağılıyor sanki...
Meta aldığı önlemleri savundu
Londra’daki Queen Mary Üniversitesi’nin robotik teknolojisi ve yapay zekâ desteğiyle yaptığı araştırmada insanların fiziki duyularının farklı yüzeyler vasıtasıyla onlarca kat artabildiği anlaşıldı. Deneye katılanlardan beyin dalgaları gözlem altındayken parmaklarını kumun içinde dolaştırmaları ve zemindeki bir küpün lokasyonunu hissetmeleri istendi. İnsanın performansını kıyaslamak için aynı sırada, sensörlerini insan değerlerine göre geliştiren robotik bir kol da denemeler yaptı. İnsanların şaşırtıcı biçimde yüzde 70 oranında başarıyla kumun 6,9 cm derinliğine kadar yerleştirilen cisimleri hissedebildikleri gözlendi. Robot kolsa yüzde 40 seviyelerinde kaldı. Daha önceleri, beş fiziki duyumuzdan dokunmanın parmak uçları ve tenle sınırlı olduğu, en fazla 1 mm uzaktaki nesneleri algılayabileceği kabul görüyordu. Böylece insan potansiyelinin eski bilgilerle ne kadar sınırlı anlaşıldığı da görüldü.
Satırları okurken aynı his acaba herkese geçiyor mu, merak ediyorum. Konunun hem şaşırtıcı olması hem de insana çok doğal gelmesi. Neredeyse ‘Deney yapılmasına gerek var mıydı’ dedirtecek düzeyde... Öte yandan böylesi basit bir deneyin belki de ilk kez akla gelmesi, bu keşfin bilim dünyasında yeni yankılanması dikkat çekici...
Ayrıca haberin ‘7’nci duyu’ başlığıyla gündeme gelmesi, normalde bilimsel olarak kabul görmeyen 6’ncı hissin altkültürde karşılık bulduğunu, oradan anaakıma kadar ulaştığını doğruluyor. Araştırma konusunda değinilmese de uzaktan dokunma özelliğinin insanın meşhur ‘reptilyan beyniyle’ bağlantılı olabileceğini tahmin ediyorum. Diğer bir deyişle hayvani yanımızla...
Çöldeki en ufak adımları bile kilometrelerce öteden duyabilen Dune canavarlarıyla ortak bir noktamız olacağını asla düşünemezdik... Fakat bilim, yakınlık kurmanın çok zor olmadığını söylüyor. Arada biraz mesafe farkı olsa da ikimiz de kumun içindeki nesneleri algılayabilen canlılarız. Şaka bir yana, taşıt kullananların aşina olduğu bir histen bahsediyoruz. Geri geri park ederken aracın görmediğiniz ucunu bile nasıl bedeninizin parçası gibi hissettiğinizi düşünün...
Daha çok felsefi soru
İnsanların, 5 duyudan çok daha fazla sensörlerinin olduğu, bunların zamanla ve şehirleşme sürecinde köreldiği üzerine pek çok hipotez var. Doğadan koptukça ve şehir hayatının kapalı duvarları ardında bazı sensörlerimizin işlevsiz hale geldiği doğru. Fakat bu, duyularımızın yeniden açılamayacağı anlamına gelmiyor. Yukarıdaki bilimsel çalışma, dokunma duyumuzun ne kadar geniş olduğuna yanıt getiriyor ancak felsefi bakımdan daha fazla soruyu ortaya bırakıyor.
Bence bunlardan biri, dünyayı 5 duyuyla algılama sınırlarını ne zaman aşacağımız. Fiziki dünyayı titreşimlerle, ışık ve seslerle, kokularla algılıyoruz. Daha doğrusu, bunlar ölçülebilir ve kontrol edilebilir oldukları için duyularımızı fiziki dünyanın belirgin girdileriyle tanımlıyoruz. Halbuki fiziki dünya, 5 duyu sınırlarının ötesine geçen, çok daha karmaşık titreşimlerle yayın yapıyor. Şimdilerdeyse insanın dış dünyayla sanılandan daha derin etkileşimler kurabildiğine dair araştırmalar çoğalıyor. Öyle görünüyor ki, insanın enerji bedenini yeniden keşfettiği bu dönemde algılarının açılması, bilimin sınırlarını da genişletiyor.
Motor destekli ayakkabı sistemi, insan yıkama makinesi ve iyonokalorik soğutma... İşlevsel, faydalı ve eğlenceli bu cihazların ortak noktası emsallerini bir üst boyuta taşıyan teknolojileri. Bazıları hayatı kolaylaştıracak bazıları da alışkanlıkları yeniden tanımlayacak icatlara göz atalım...
‘Tuzlu buzdolabı’ devrimi!
Soğutucuların aşırı enerji tüketimi ve büyük karbon ayak izi meselesinin yüzde100 çözülemiyor oluşu nihayet son bulabilir. Yılın 365 günü elektrik yiyen evimizin en büyük makinesi, enerji tüketiminden tutun, içinde açıkta duran sebzeleri bile bozabilen sera gazlarına kadar ciddi endüstriyel defolara sahip olsa da onsuz yapamadığımızdan bunları göz ardı ediyoruz. Ancak uluslararası iklim anlaşmaları, yakın gelecekte tüm dünyada eski tip soğutucuların kullanımını kısıtlamayı hedefliyor. Şimdiyse biliminsanları çevreye zararlı soğutma sistemlerinin yerini alabilecek devrim niteliğinde bir teknoloji geliştirdi: İyonokalorik soğutma. Klasik buzdolaplarının sera gazı yayan soğutucu sıvılara dayanmasının aksine bu yöntem, iyonlar ve tuzlar kullanarak maddenin fazını değiştiriyor ve bu süreçte ısı enerjisini emerek soğutma sağlıyor. UC Berkeley araştırmacıları tarafından geliştirilen sistem, bir volttan daha az elektrikle 25°C’lik sıcaklık farkı elde etmeyi başardı. Sıfır karbon izi bırakan ve önceki soğutma yöntemlerinden çok daha verimli olduğu görülen sistem, buzlanmayı önlemek için yola tuz dökülmesine benzeyen kimyasal bir etkileşimi iki yönlü kullanıyor. Araştırmacılar kimyasal karışım için gerekli maddeleri karbondioksit girdisiyle ürettikleri için teknolojinin çevreye zararı sıfırdan öte ‘negatif’ haneye bile yazılabilir.
Yıkanmanın ötesinde...
Diyelim ki duş almaktan usandınız, küvetler, jakuziler artık kesmiyor... Öyleyse bu cihaz tam size göre: İnsan yıkama makinesi! Japonlar ona ‘Mirai ningen sentakuki’ (geleceğin insan yıkama makinesi) diyorlar. Şu ayrıntıyı es geçmeyelim; artık nostaljik sayılan Sanyo markası insan yıkama makinesini 1970’te icat etmiş ve Japan World Expo’da tanıtmış. Osaka merkezli Science Co. adlı banyo gereçleri üreticisiyse o yıllarda ses getirse de rağbet görmeyen teknolojiyi geleceğe taşıyarak geliştirmiş. İsmini bu yüzden yenilemişler. Tip olarak bilimkurgu filmlerindeki her şeye benzetebilirsiniz: Işınlanma cihazı, zaman kapsülü... Fakat o bir yıkama makinesi. Suyu 38 derece ideal sıcaklıkta tutuyor, kirleri ayrıştırmak için nano köpükler kullanıyor. Kapılar kapandıktan sonra göğsünüze kadar su yükseliyor ve içinde dururken ekrandan tropik sahilleri izleyerek arınmanın tadını çıkarıyorsunuz. Vücudun üst kısmınıysa ince su buharı ve mikro kabarcıklarla temizliyor. Sensörler, kalp atış hızınızı ve biyolojik verilerinizi ölçerek konfor seviyenizi takip ediyor ve gerekli ayarlamaları yapıyor. Kurutmayı da ihmal etmiyor. Zevkine düşkün olanlar kadar engelli kişilerin de hayatını kolaylaştıracağı düşünülen cihaz, Japonya’daki otel ve SPA’lardan sipariş almış bile.
Yokuş yukarı koşalım!
Nike robotikle spor teknolojisini birleştiren dünyanın ilk motor destekli ayakkabı sistemini tanıttı: ‘Project Amplify’ (amplify; arttırmak, gücünü yükseltmek). Tabanı ve gövdesi karbon fiberle güçlendirilen ayakkabı, motorize dış iskelet, tahrik kayışı ve şarj edilebilir batarya içeriyor. Ürün, düzenli spor yapanlar için bacak hareketini güçlendirerek sporu genişletilmiş bir deneyim haline getirmeyi hedefliyor. Nike, modeli ‘koşu ayakkabılarının elektrikli bisikleti’ olarak tanımlıyor. Günlük performansı arttırmak için tasarlanan sistem, ilk denemelere göre dik yokuşları ‘yürüyen merdivenle çıkmak gibi’ hissettiriyor. Nörobilim temelli rahatlatıcı ayakkabılar, yapay zekâ kontrollü ısı ceketleri ve ultra nefes alabilir kumaşları da tanıtan Nike, teknoloji donanımlı yeni ürün çizgisini birkaç yıl içinde lansmanıyla sunmayı planlıyor.
Robotlar kas yaptı
Güneş sistemimize şimdiye kadar uğrayan en gizemli ziyaretçi 3I/Atlas’ın haberini geçen temmuz ortasında duyurmuştuk. O günlerde bilim dünyası için heyecan verici, insanlık için de ilginç bir gökyüzü olayıydı yalnızca. Ağustos ayında tekrar bahsettiğimizdeyse Atlas dikkatleri üzerine çekecek ilk manevrasını yapmış ve normal kuyrukluyıldızların aksine ön yüzünden ışık yaymaya başlamıştı.
29 Ekim’de Güneş’e en yakın konumuna yaklaşan Atlas’ın henüz kuyrukluyıldız mı yoksa göktaşı mı olduğuna bile kanaat getiremeyen biliminsanları, gökcismi Dünya’ya yaklaştıkça eşi benzeri görülmemiş ‘anomaliler’ tespit etmeye başladılar. Ülkemiz tarihinin en önemli günü, bu yıl dünyanın gözünü uzaya çevirdiği sıradışı bir takvime dönüştü. Herkesin merak ettiği soru aynıydı; Atlas uzak diyarlardan akıllı bir ziyaretçi olduğunun sinyalini verecek miydi yoksa sırlarla dolu bir göktaşı olarak sonsuzluğa mı kayıp gidecekti?
Şayet 3I/Atlas konusuna çok vâkıf değilseniz, son üç günde karşınıza çıkan videolar yüzünden uzaylıların geldiğine bile inanmış olabilirsiniz. İnternette dolaşan görüntülerin çoğu ‘fake’ (sahte) olsa bile mesele yeterince ilginç... Çünkü ilk defa gökyüzünde gözlemlediğimiz bir olayı ‘uzaylı işi’ olarak yorumlamaya yeterli doneler elimizde mevcut. Atlas’ı böylesine ilginç halde gündeme getirense Michio Kaku, Neil deGrasse Tyson, Avi Loeb gibi tanınmış biliminsanlarının ciddi ciddi ‘Uzaylı aracı da olabilir’ şeklindeki yorumlarıydı.
Dolaşımdaki videolara gelince; özellikle renkli parlak ışıkları görülen, göktaşı şeklinde uzay gemisine benzeyen tasvirlerin ‘fake’ olduğunu bilmenizde fayda var. Yapay zekâ video üreteci Sora 2’nin gelişiyle ‘deepfake’ (sahte ses ve görüntü) videoların hızlanacağını geçen hafta yazmıştım. Sadece birkaç gün içinde ilk büyük olayı deneyimlemiş olduk. Gerçekten hızlı zamanlardayız... Şimdi, gizemli ziyaretçimize geri dönelim ve özelliklerini birlikte inceleyelim.
Rotasını hiç bozmadan...
Saatte 265 bin km hızla seyreden 3I/Atlas’ı o netlikte yakalayacak kamera olmadığı için Atlas teleskoplarda kuyrukluyıldız gibi bir ışık topu şeklinde görülüyor. 11 km genişliğiyle ‘Marmara Adası’ ebatlarına yakın bir kütle olan Atlas’ın fikrimce en dikkat çekici özelliği; rotası. Başından ifade etmeliyim; ben de Atlas’ın Dünya dışı teknolojiyle yönlendirilme ihtimaline katılanlar arasındayım.
Galaksinin çok uzak bir noktasından yola çıkan bu göktaşı, üstelik Güneş’in çekim kuvvetinden hiç etkilenmediği ve kendi hızıyla yol aldığı halde sistemimize ‘dosdoğru’ girmiş durumda. Tüm gezegenlerle aynı hizada, her birinin yakınından geçebilecek düzlem hattında ilerliyor.
Medeniyetimizde bir dönüm noktası... İnsanlar tarihte ilk kez bir teknolojinin ilerleyişini durdurmak için ortak çabaya girişiyor. Hafta ortasında ABD’li saygın eğitim kurumlarının desteklediği ‘Yaşamın Geleceği Enstitüsü’ (FLI) tarafından yayımlanan ‘Süper Zekâ Üzerine Bildiri’ başlıklı mektup dolaşıma girdi ve teknoloji dünyasının gündemine yerleşti. Aralarında teknoloji, medya, din ve sanat dünyasından dikkat çekici isimlerin, hatta kraliyet mensuplarının olduğu 800’den fazla figürün imzaladığı mektubun ortak talebiyse açık ve net: “Süper yapay zekâ istemiyoruz!”
Yapay zekânın duraklatılmasıyla ilgili talep aslında yeni değil. 2023 Mart ayında biliminsanları aynı konuda ortak bir bildirge yayımlamış fakat henüz yeni şahlanan endüstri tarafından pek umursanmamıştı. Şimdiyse ‘yapay zekânın babaları’ olarak bilinen isimler bile durumun olası vahametine dikkat çekiyor. Sorun şu ki; teknoloji şirketleri insanlığın kaderini değiştirecek bir makine geliştiriyorlar fakat kimse insanlığa fikrini sormuyor! Tam da bu yüzden ‘süper zekâ geliştirilmesine yönelik bir yasağın getirilmesi’ gerektiğini savunan mektupta bu yasağın ancak geniş bir bilimsel uzlaşı ve toplumun güçlü onayı sağlandıktan sonra kaldırılabileceği belirtiliyor.Yoshua BengioSteve WozniakGeoffrey Hinton
Mektuba imza ve görüş bırakanlar arasında; Apple’ın kurucu ortağı Steve Wozniak ve Virgin’in kurucusu Richard Branson gibi önde gelen teknoloji ve iş dünyası figürleri; Amerikan toplumunda etkili medya isimleri ve uluslararası sanatçılar var. Ayrıca Sussex Dükü Prens Harry ile Düşesi Meghan, George W. Bush ve Barack Obama dönemlerinde genelkurmay başkanlığı yapan Amiral Mike Mullen, Papa’nın yapay zekâ danışmanı rahip Paolo Benanti, ayrıca Turing Ödülü sahibi Yoshua Bengio ve Nobel ödüllü Geoffrey Hinton gibi ‘yapay zekânın babaları’ olarak anılan iki önemli araştırmacı...
Trump esnek davranıyor
Mektupta, MIT Üniversitesi iştirakiyle kurulan ‘Yaşamın Geleceği Enstitüsü’nün yakın tarihli bir anketine de atıfta bulunuluyor. Ankete göre Amerikalıların yalnızca yüzde 5’i gelişmiş yapay zekâ araçlarının serbestçe gelişimini destekliyor. Yüzde 73’ten fazlası yapay zekâ üzerinde güçlü bir yasal düzenleme yapılmasından yana. Katılımcıların yüzde 64’üyse insan zekâsını aşan bir süper yapay zekâ modelinin güvenilirliği kanıtlanmadıkça geliştirilmemesi gerektiğini düşünüyor. Öte yandan Trump hükümetinin yapay zekânın önünü açmak istediği ve bu konuda olabildiğince esnek davrandığı biliniyor.
Peki, teknoloji şirketleri neden duraksamak bir yana, daha da hızla ilerlemeyi tercih ediyor? Wall Street Journal’a demeç veren Richard Sutton bilgisayar biliminin en prestijli ödülü Turing’e geçen yıl layık görülmüştü. Yapay zekâ geliştirmeyi ‘çocuk sahibi olmaya’ benzeten Sutton’ın bakış açısı her şeyi daha anlamlı kılıyor: “Yanlış şeyler yapınca çocuklarını kapatabileceğin bir düğmen olsun ister miydin? Bu tartışma aslında bununla ilgili. Onu kontrol etmek isteyeceğimizi sanıyoruz yalnızca.”
Siz de imzalayabilirsiniz
Küresel aklın eseri olarak dikkat çeken bildiri dünya kamuoyu tarafından desteklenmeyi bekliyor. İnsanlığın geleceğine katkı sağlayacağını düşünüyorsanız siz de aşağıda çevirisini verdiğimiz mektubun altına imzanızı bırakabilirsiniz.
Hayat 40’ından sonra başlar, derler... Oysa yaş ilerledikçe hem zihnin hem de bedenin performans bakımından geriye gittiği düşünülür. Peki, fonksiyonlar gerilese bile hayatı ileriki yaşlarda daha anlamlı kılan şey ne olabilir? Yakın zaman önce biliminsanları meselenin aslında çok yanlış anlaşıldığını ortaya koydular. Sanılanın aksine insanın bilişsel yetenekleri 40’ından sonra gerilemiyor, tam tersine daha nitelikli ve incelikli davranmasını sağlayan yetileri gelişiyor.
Batı Avustralya Üniversitesi’nden psikoloji profesörü Gilles E. Gignac önderliğinde yürütülen araştırmaya göre insanın 20’lerinde zirve yaptığı bilgisi beynin yalnızca ‘ham bilgi işleme’ gücüne dayanıyor. Yani bilmece çözme, bir oyunu kavrama veya hesaplama gücü gibi somut bilgilerin işlenmesinde bu yaşlar en verimli olunan dönem. Matematikçilerin çoğunlukla 30’lu yaşlarında en önemli katkılarını sundukları da biliniyor. Satranç şampiyonlarıysa 40 yaşından sonra nadiren zirvede kalabiliyor. Ancak psikolojik işlevlere gelince denklem değişiyor.
Gignac’e göre birçok insan için duygusal ve psikolojik açıdan dengeli, verimli ve işlevsel çalışmanın zirve noktası 55 ile 60 yaş arası. Bu bilgi, özellikle iş hayatında bu yaş grubundaki kişilerin neden en verimli dönemlerinde olduklarını açıklıyor. İşlem gücü açısından yetileri azalsa bile deneyim ve görgüyle bağlantı kurma kabiliyeti gelişen beyin, karmaşık problemleri çözme ve liderlik açısından daha verimli bir yapıya bürünüyor. Yaşla birlikte bazı yetiler azalsa bile diğer önemli özellikler güçleniyor. Böylece daha iyi yargı ve dengeli karar alma becerileri ortaya çıkıyor ki bunlar da liderlik için en gerekli nitelikler...
Avustralyalı araştırma ekibi, zihin performansının yetenek ve yaşa göre dağılımını incelerken farklı psikolojik özelliklere odaklanmışlar. Bunların ölçülebilir, kalıcı ve gerçek hayattaki başarıyı öngörebilir olmalarına dikkat ederek, bu çerçevede 16 psikolojik boyut belirlemişler. Akıl yürütme, hafıza kapasitesi, bilgi işleme hızı, bilgi birikimi ve duygusal zekâ gibi bilişsel becerilerin yanı sıra en önemli kişilik özelliklerine yer vermişler: Dışadönüklük, duygusal denge, sorumluluk, deneyime açıklık ve uyumluluk. Sonuç olarak her bir özelliğin yaşam boyunca nasıl değiştiğini haritalandırmayı başarmışlar. Bundan sonrasını profesörün kendi kalemine bırakıyorum: “Elde ettiğimiz veriler, birçok özelliğin hayatın geç dönemlerinde zirveye ulaştığını gösterdi. Örneğin sorumluluk duygusu 65 yaş civarında, duygusal dengeyse 75 yaş civarında en yüksek seviyesine ulaşıyordu. Daha az konuşulan özellikler -örneğin ahlaki muhakeme veya önyargılara direnme kapasitesi- de yaş ilerledikçe gelişmeye devam ediyordu; hatta bazıları 70’li ve 80’li yaşlarda bile artış gösteriyordu.” Genel çerçeveyi görmek adına tüm boyutların ağırlıklarını oranlayınca ortaya bir de çarpıcı sonuç çıkmış: “Genel zihinsel işlev 55 ile 60 yaş arasında zirve yapıyor, ardından 65 civarında yavaşça düşmeye başlıyor. 75 yaş sonrasındaysa bu düşüş hızlanıyor.” Araştırmalar gösteriyor ki; insanın büyümesi bir bakıma hiç durmuyor ve gelişim bir ömür boyu sürüyor. Hakkaniyetli büyüklerin sözünü dinlemenin neden kıymetli olduğunu bilim apaçık ifade ediyor.
Yeni orta yaş 50’ler mi?
Şayet insanlık büyük bir felaket veya krizle baş etmek durumunda kalmazsa 10-20 yıl sonra 70’lerinde hâlâ çakı gibi etrafta dolanan insanların çokluğu sıradışı olmayacak. Bugün 60’larında olan yakınlarınıza, aile üyelerinize bakınca bile iki kuşak önce 60 yaşında olanlara kıyasla çok daha sağlıklı ve aktif durumda olanları rahatlıkla seçmek mümkün. Önceki nesilleri bilinçsizce bağımlılıklara alıştıran tüketim düzeninden kendini kurtarmayı başaran insanlar, sadece sigarayı bırakmakla önceki nesillere göre büyük avantaj yakalamış oldular. Şimdiyse 30’larında yogada ustalaşmış, 40’larında düzenli spor salonuna giden, 50’sinde Doğu tıbbıyla sağlığını yeniden keşfeden insanlar eskiye göre çok daha fazla. Üstelik kimilerinin 5 yaşında meditasyon yapmayı öğrenen torunları var!
KISA KISA